Muhterem Üstaz hazretleri, her bayram o zamanın hürmete şayan zevatını muhakkak ziyaret ederlerdi. Hacı Nuri efendi, Alasonyalı Cemal efendi, Şeyh Abdülhay efendi, Şeyh Ali Haydar efendi, Şeyh Şefik Arvasî efendi, Şeyh Mehmed Kotku efendi, muhaddis Bekir Hâkî efendi, ilmiyye-den Ali Yekta efendi, Ömer Nasuhî efendi, Silistreli Süleyman efendi, Bayındırlı Mustafa efendi gibi. Buna rağmen bu isimlerini saydığımız zevat iâde-i ziyarete gelemezlerdi. Bir kısmı ihtiyarlıkları, hastalıkları sebebiyle, bir kısmı da ihmalleri dolayısıyla.
Muhterem Üstaz gelememelerine üzülmezler, hoş karşılarlar, gene aynı şevkle ziyaretlerine devam ederlerdi. Ziyaret edilenler özür dilerlerdi, cevabları “ziyaret bizim vazifemiz “olurdu. Allah rızası için yapılan ziyaretlerden, hizmetlerden karşılık beklemezlerdi ki, incinsinler.
Dergâhda iken de büyük hizmetler hep Mahmûd Sami bey üzerinde imiş. Bahçe tanzimi, gelen ziyaretçilerin sıraya konulması, onlara yapılan ikram, hatta pîr hazretlerine gelen mektublara cevablar…
Konyalı Mustafa Doğanay amca anlatmışlardı. Dergâhda beraber bulunduğumuz zamanlar, onun hayranı olmuşdum. Uyku nedir bilmezdi. Yapılan yatakların kısmı azamı onun elinden geçerdi. Uyku nedir bilmediği gibi yorulmak da nedir bilmezdi. Hep beraber yatılırdı aynı saatte.
O da bizimle yatar, herkes uyuduktan sonra, kalkar, yeniden abdest tazeler, seccadeleri üzerinde sabaha kadar namaz, teşbih, tehlil, zikrullah, tefekkür ile meşgul olurlardı. İmsakdan evvel bahçeden getirmiş olduğu odunlarla kazanı yakar, yıkanmak ihtiyacında olanların yanlarına gider, sıcak su olduğundan haberdar ederdi. Mülayim, tatlı hattı hareketi ile bütün akranları arasında sevilir ve sayılırdı.
Ancak Halik teâlâ ve tekaddes hazretleri sevdiği kullarının kalbine mahlûkat sevgisi veriyor, hizmet ettirme hususunda da aşkını şevkini artırıyor.
Muhterem Üstaz hazretleri ile Ramazan-ı şerifde Me-dine-i Münevvere’de bulunmuşduk. Dört vakti Mescid-i Ne-bi’de eda ediyor idi. Akşamları da validemizi yalnız bırakmamak için iftarı Babül Mecid’in karşısındaki kiralanan odalarında açıyorlardı.
Fakir, hiç değilse namaz aralarında istirahat etdikleri-ni tahmin ediyordum. Halbuki bu müddet içinde de validemiz hanıma ev işlerinde yardımcı olduklarını ve kendilerine gelen mektubları bizzat cevaplandırmak için uğraştıklarını öğrendim.
Hâce Muhammed Bahâeddin Hazretlerinin muhible-rinden iki talebesi huzurlarına geldiklerinde, “damlardaki hela pisliklerini temizleyin “diye onlara emir etdi. Ve dedi ki:
– Bir vakit Buhara Medresesinin bütün helalarını temizledim.
Bahâeddin Nakşıbend hazretlerini Emir Külâl kuddi-se sirruh hazretleri yedi sene kadar insanlara hizmet etme vazifesiyle görevlendirdi. Yedi sene tamam olunca bu sefer de hayvanlara hizmet görevi verildi. Bunu da büyük bir aşk ve ihlâsla ifâ etdi. Nerede bir yaralı hayvan görse, ne cins olursa olsun onun yaralarını tedavi eder, temizler, sarar, istirahatini temin ederdi. Bu vazifeyi de uzun müddet başardıktan sonra kendisine üçüncü bir vazife verildi. Yolları silip sü-pürmek, temizlemek. Bu vazifeyi büyük ihlâs engin gönüllülükle yerine getirdi. O kadar kendisini temizliğe vermiş idi ki libasını yani elbisesini temizlemeye vakit bulamıyordu. O zamanlar öyle lastik eldivenler yokdu, elleriyle süpürüyordu. Takriben bu hizmet işi yirmi sene kadar sürmüşdü. Sonra bir gün yorgun bir vaziyette geldi. Emir Külâl hazretlerinin sohbetinde bulunmağı arzu etmişdi. Emir Külâl kuddise sirruh sordu:
– Bu kimdir?
– Bahaeddin’dir, dediler.
– Dışarı çıksın, dedi ve dışarı çıkarıldı.
Nefsine zor geldi ve nefsi serkeşlik etmek istedi. O ise nefsine karşı “Hayır ben bu kapıya Allah rızası için geldim, bu kapı Hak kapısıdır, kat’iyyen ayrılmam” diyerek yüzünü dergâhın eşiğine koydu ve uyudu. Sabaha kadar hayli kar yağmış, başı karın altında kalmışdı. Emir Külâl hazretleri sabah namazı için kapıdan çıkarken karın altında olan Derviş Bahaeddin’in başına basdı. Onu bu halde görünce çok duygulandı ve onu hane-i saadetlerine götürdü. “Oğlum! Bu hil’at-i seadet ancak sana lâyıkdır,” buyurdu.
İşte böyle erbab-ı sülûke mücâhede ve hizmet ateşi lâzımdır ki irade altunu süzülerek hâlis olsun.
İşte bu bir tarikdir ki, kesret-i salât ve siyam ile olmaz.
Ancak fenâ’yı tammı tahsil ve halâyıkdan alâkayı kat’ ile olur.
Nitekim Abdülkadir Geylânî kuddise sirruhu hazretleri buyurur ki:
– Ey İhvan-ı Din! Biz Cenâb-ı Hakka gece namazları, gündüz oruçları, ilim tahsil etmek ve talebe okutmakla vasıl olmadık. Lâkin Cenâb-1 Hakka tevazu, kerem, sehâ ve sela-met-i sadr ile vâsıl olduk.
İnsanları mevlâsmdan ayıran, dünya alâkası ve ne-fisdir. Cenâb-ı Hakka en büyük perde dünya muhabbetidir. Kerem ve sehâ ile dünyanın alâkası zail olur. Tevazu ile nefsin alâkası yok olur. Selâmet-i Sadr ile de kalbden mâsivâ zail olur. Böyle olunca kul Mevlâsma vâsıl olur.
İbn-i Ataullah, Hikem’inde buyurur ki:
– Kulluğa ters olan vasıfları, beşeri sıfatlarını at ki, ihraç et ki, hakkın nidasına mucib olasın ve hazretine yakınolasın.
Ubeydullah Ahrar hazretlerinin gençlik zamanları. Hace Ubeydullah kuddise sirruh buyurur:
– Mirza Şahruh zamanında Heri’de idim. Para adınahabbem yokdu. Başımda bir tülbendim var idi ki parça parçaidi. Bir parçasını düğümlesem öbürü parçalanır ve sarkardı. Bir gün pazar yerinden geçerken bir dilenci benden bir şeyistedi. Param yok idi ki vereyim. Bir atıcının önüne geldim. Tülbendimi başımdan çıkardım ve dedim: Bu tülbend eskidir ama temizdir. Kap kaçak yıkadıkça kurutmağa ve silmeğe yarar. Şunu al da şu fakire bir kap yemek ver! ” Aşçı fakiridoyurduktan sonra büyük bir edeble tülbendi önüme koydu. Fakat ben kabul etmedim, çıkıb gittim.
Buyurdular:
– Çok kişiye hizmetler ederdim. Hiç bir şeyim yokdu. Ne atım., ne merkebim… yılda bir kaftan değiştirirdim ki, pamukları dökülürdü. Her üç yılda bir kürk ve hırka ile yetinirdim. Hoca hazretlerinin kemal yolunda başlangıçlarındannihayetlerine kadar, tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dostlarına ve düşmanlarına yardım ve şefkatleri sınır kabul etmez derecede büyükdü. Ayırd etmeden herkese hizmetleridillere destandı.
Buyururlar idi ki:
– Semerkand’da Mevlâna Kutbuddin Medresesinde yatan iki üç hastanın hizmetini üzerime almışdım. Marazları artdığından yataklarını murdar ederlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını elimle giydirirdim. Bu hizmetim sık sık olduğu için hastalıkları bana da bulaşdı. Ben de yatağa düş-düm. Bu halimle bile desti ile su getirib hastaların kirlerini yine ben yıkamağa devam etdim. (Reşahat’den)
Gene buyururlar:
– Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hiz-metden elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmetyolundan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim.
Gene buyurdular:
– Hâcegân tarikatinde vaktin icabı ne ise ona göredavranılır. Zikir ve murakabe ancak müslümanlara hizmetedecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almağa vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden öndegelir. Bazıları zan ederler ki nafile ibadetlerle uğraşmak hiz-metden üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşıbend ve bağlıları eğer kimsenin hizmetini kabul etmemişler ise, bu, hizmet ve tevazuu tercih et-melerindendir. İhsan ediciyi sevmek zaruridir. Ve muhabbetmiktarmca dahi alâka tabiidir. Bu yolun bağlıları kendilerinihalkın menfaatine vermişler ve mukabilinde hiç bir şey beklememeği şiar edinmişlerdir.
Rasûlü Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular:
– Bir kimse din kardeşinin bir işini yapmak için giderse, her adımında bir çok günahları afvedilir ve yetmiş sevabyazılır. Bu, iş bitinceye kadar böyle devam eder. İ ş yapılıncabütün günahları afvedilir. Bu işi yaparken ölürse hesabsızcennete girer.
Gene buyurdular:
– Bir kimse bir mü’mine bir iyilik yapınca, Allah ü teâlâbir melek gönderir. Bu melek hep ibadet eder. İbadetinin sevabları bu kimseye verilir. Bu kimse ölünce, kabre konunca, bu melek nurlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Ben filanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neş’eyim. Allah beni bugün seni sevindirmeğe ve kıyamet günü sana şefaat etmeğe ve cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi, der.
Muhterem Mahmûd Sâmî kuddise sirruh hazretlerinin zevk aldıkları şeyler, Halik teâlâ ve tekaddes hazretlerinin razı olduğu ve -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin talim buyurdukları, islâmî, içtimaî, ruhanî neş’elerdi. Cenaze teşyiinde ve ölüm ta’ziyesinde bulunur, yetimlerin, dulların, bîkeslerin, darda kalmışların, hastaların ziyaretlerine devam eder, onların gönüllerine sürür verirlerdi.
Tenezzüh gayesi ile akar sulu, yeşillik, câzib ve güzel manzaralı yerlere gitmeyi âdet edinmemişlerdi.
Kemale ermiş, kendi zâtına (sıfatına değil) mazhar olan has kullarını, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri bu gibi zevklerden mahrum etmişdir. Çünkü nimetlerin, arzuların en şereflisi en yücesi olan zâtına vasıl etmişdir. Çünkü onlar için çorak yerlerle, akar sulu, manzaralı yeşillik yerler, yemeklerin en güzeli ile en kötüsü, kâşane saraylar ile basit, dar kulübeler, insanların zahiren en hatırlısı en şöhretlisi ile en âciz fakiri, azla çok, müsavi olmuşdur.
Hülâsa Allahü zül celâl vel-kemal hazretlerinin kendinde eylediği yüksek dereceli kullarının en büyük zevkleri, daimi olarak Rabları ile beraber olmak, ve O’nun emirlerinin, buyruklarının, emirlerin en yücesi olduğunu yakînen bilib, gereği ile amel etmekdir. Bu bahsettiğimiz mümtaz zümreye “insan-ı kâmil” tesmiye edilir.
Bu konu ile alâkalı olarak Yunus Emre hazretleri der ki:
Cennet cennet dedikleri
Bir kaç evle bir kaç huri
İsteyene ver Sen anı
Bana Seni, gerek seni.
Mehmed Akif Ersoy’un yalnız şair değil, büyük mütefekkir ve mutasavvıf olduğunu aşağıdaki beyanlarından anlamaktayız:
Ömürler geçdi, sen yoksun, gel ey bir tanecik Mâbud
Gel ey bir tanecik gaib, gel ey bir tanecik Mevcûd
Hayır, imânla, itmi’nanla dinmez ruhumun ye’si,
Ne af âk isterim Sensiz, ne en f üs, tamtakır hepsi.
Hace Ubeydullah kuddise sirruh hazretleri “Sen onları korkutsan da, korkutmasan da onlarca birdir; imân etmezler.” mealindeki, Sûre-i Yasin ‘in 10. âyetini şöyle tefsir buyurdular:
– Bu insanoğlundan bir taifeye işarettir ki, zatî şehadetiçinde kaybolmuş ve Hakkın zâtından başka bir nesneninvarlığından habersiz kalmış “Müheymin” meleklerinin kalbiüzerindedirler. Neticede Allahü teâlâdan başka hiç bir şeyeiman ve tasdikleri yokdur.
“Habibim sen Allah de geç, onları bırak da daldıkları bataklıkda oynayadursunlar!…” (En’am, 91) âyetinin tefsirine şöyle mana verdiler:
– “Sıfatları bırak Zât’a yapış! ”Abdülkadir Geylânî kuddise sirruh buyurur:
– Ubudiyeti tahakkuk eden ve marifete eren kişi, Al-lah’dan zâtını kendine göstermesini, yahud göstermemesini veyahud kendine bir şey vermesini veya vermemesini istemez. Arif Allah’dan böyle taleplerde bulunmaz. Çünkü artık o fâni olmuş, Allah’ın varlığında, sevgi ve muhabbetindeboğulmuştur. İşte bunun içindir ki, bu mertebeye erenlerdenbiri şöyle der:
– Allah’dan istekte bulunmak benim neyime! Benonun kuluyum. Efendisinin yanında kölenin irâde ve ihtiyarıyokdur ki…
Alaeddin Attar kuddise sirruh buyurur:
– Bir gün Mevlana Câmî hazretlerinden sordum: “Allah’ım bizi kendinle meşgul eyle gayrından” meâlindeki duadan, gayr diye bir şey olmadığına göre ne kasdediliyor? Dediler ki:
– Orada hitab zât’a aitdir. Bizi gayrınla yani sıfatlarınve fiillerinle değil, zât’ın ile meşgul eyle demektir, buyurdular.
Mevlânâ Sâdeddin Kaşgarî kuddise sirruh şu dörtlüğü (rubaiyi) okumuşlardır:
Yolumuz yâr ile gül bahçesine uğradı
Ben gafletle güle nazar edince, dedi ki yâr,
Muhabbetin şartı bu mu olur, utan yapdığından!
Ben varken güle bakmak nasıl elinden gelir?
peşinden buyurmuşlardır ki:
– Eğer bahar seyrine çıkıb gördüklerinizden haz edecek olursanız, Allah’dan gafil oldunuz demekdir. Haz etme-yecekseniz o halde gitmeğe sebeb ne? Hakkın gayrına yokde, kurtul. (Reşahat) Mehmet Akif Ersoy merhumda, bumevzu ile ilgili şöyle demiştir:
Vecde gel, vahdete dal, âlemi kesretden uzak
Yalnız Sâni’i gör, san’atı masnu’u bırak.
Beni İsrail zamanında bir âbid vardı. Gece, gündüz namaz kılar, ibâdet ederdi. Namazını güzel sesli bir kuşun öttüğü bir ağaç altında eda ederdi. O zamanın peygamberine şöyle vahy geldi: O âbide söyle ki, bir mahlûka yakınlık duydu. Öyle bir derece gaib etdi ki, hiç bir amel onu bu dereceye kavuşduramaz. (Rıyâdun-Nasihîn)
Kaynak: Sâdık DÂNÂ, Erkam yayınları, Sultanü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu