Avanozlu Meczub Nâbi Efendi
Medine-i Münevvere’de ikamet eden Avanozlu Nâbi Efendi isminde meczub birisi vardı. Muhterem Üstaz Hazretlerine gönlünü bağlayanlardan ve kemaline yakınen vakıf olanlardan idi.
Üstaz Hazretleri, Mescid-i Nebevî’deki Ashab-ı Soffa mahallinde bulunduğu vakitlerde, o da takiben gelir, yakın sütunlardan birisini kendine siper eder ve hiç gözlerini kırpmadan, daimi derin bir huzur içinde, kendisinden geçer bir halde Efendi Hazretlerini temaşa ederdi. (Kendisinin namaz kıldığı zamanlar hariç)
Her ne kadar kendisine, “Bu mübarek makamda böyle hareket etme! Bu nazar-ı dikkati celbediyor” denildi ise de cevaben:
– Bu benim elimde olan bir şey mi, zannediyorsunuz? imâsında bulunur, “Aşıkm hâlini âşıkdan sor” demek isterdi.
Sâliklerin sohbet esnasında önlerine bakmaları usuldendir. Velâkin âşıklar zümresi müstesna, onlar için kayıd yokdur. Onlar üstazlarmın yüzlerindeki tecelliyi ilâhiyyeyi, manevî melâhat halini görürler, yahud hissederler, iradeleri ellerinden gider, devamlı bakmadan yapamazlar. Farkında olmadan istifade ve terakki ederler.
Aşk muhabbetin nihayeti olduğundan seçkin velilerin husûsiyetlerindendir. Erzurumlu İbrahim Hakkı -kuddise sirruh- buyurmuşlar:
Hakkı varlığını mahvet, aşk ile var ol
Aşksız iken padişah dahi olsan yaya kalırsın.
Aşık Paşazade -kuddise sirruh- buyurur:
Aşıklar ile yâr ol, aşkı tat.
Aşkı bilmeyenden, bucak bucak kaç
Aşık imdi, varlığını ver yokluğa
Yokluk içinde, sana varlık doğa.
Gene bir gönül ehli demiştir ki:
Aşıklar hâlis, safi zatlardır,
Eza ve cefâ ile başkalaşmazlar
Hakikatleri iyilikden ibarettir, sırları sâfdır, temizdir.
Denizler, pislikle, bulanır mı hiç?
Seyyid Şefik Arvasî -kuddise sirruh-
Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz sülâlesinden olup, nâsıyelerinde nur lemeân ederdi. İlmi, fezâili, kemâli herkes tarafından takdir edilir, kadirî meşayihinden idi. Uzun müddet Sultan Ahmed Camii imamlığını büyük bir vecd içinde ifâ etmişlerdi. Muhterem Mahmûd Sâmî -kuddise sirruhun- hayranlarından idi.
Son hastalıklarının en ağır zamanlarında Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- kendilerini ziyaret etdiklerinde, kendilerini o yüksek karyoladan aşağı atarak, iki dizi üzerine oturarak Üstaz Hazretlerine hitaben:
– “Fakir çok ehlullah ile musahabede bulundum. Fakat size karşı istisnaî çok derin bir sevgim var” buyurmuşlardır.
Diğer zamanlarda Üstaz Hazretlerinin yakınlarından kim kendilerini ziyaret etse, onları büyük alâka ile karşılar, ikram, i’zâz etdikten sonra uzun uzun üstad hazretlerinin kemalinden bahseder. Şayed namaz vakti ise, o kimseyi imam yapar, kendisi cemaat olurdu.
Allah azze ve celle hazretleri bizleri şefaatlarma nail eylesin! Amin.
Muhammed Ahmed Kürdî
Keşfi açık bir insandı. Mescid-i Nebevî’de herkes tarafından sevilirdi. Susayanların susuzluğunu giderir, çoğundan para almazdı.
Bir hac zamanı idi. Heyecanlı, heyecanlı ağlayarak Ashab-ı Softaya geldi. Muhterem Üstaz Hazretlerinin önünde diz çökdü ve dedi ki:
– Evet, o gördüğüm siz idiniz. Bir kaç ay evvel burada oturuyordum. Uyanık halde idim. Türbe-i Saadetin kapıları tamamen açıldı. İçeriden çok ihtişamlı bir zat çıkdı. Bir türlü kim olduğunu anlayamadım. Ve buna benden başka kimse muttali olamadı. Şimdi sizi görünce, merakım zail oldu. Anladım ki o mübarek zat siz idiniz.
Sonra sık sık gelir, büyük bir sevgi ve tazim ile muhterem Üstaza su, bazan da zemzem ikram eder ve yanından ayrılmazdı.
Abdü’l-Vehhab es-Selâhî -kuddise sirruh-
Tarikat-ı Nakşiyye şeyhlerinden idi. Aynı zamanda Halbunî camii imamı idi. Kâmil insandı. Sehavet ehli idi. Şam’a giden her kimse kendisinin misafiri olur hatta aylarca ikram görür, ağırlanırdı. Üç oğlu adetâ kendilerini bu hizmet işine vakfetmişlerdi.
Muhterem Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- hakkındaki sözleri:
– “Şam ehlullah diyarıdır. Ben bu mübarek zatı daima derin bir hayranlıkla temaşa ederim. Sebebi ise, bütün güzel sıfatları üzerinde toplayan bu zât kadar, Ebû Bekir es-Sıddık meşrebinde bir insan görmedim.”
Seyyîd Muhammed Mekkî -kuddise sirruh-
Kâinatın Efendisi’nin sülâlesinden. Şam’ın meşhur ulemâ ve mücâhidlerinden mütevazî, ahlâk-ı hamîde sahibi bir Allah dostu idi. Dünya müslümanlarının hallerini yakınen takîb ederdi ve onlara karşı derin şefkatleri vardı. Onların sevinçleri ile sevinir, kederleri ile kederlenirdi. Tarikat-ı Şazeliyye şeyhi olup, aslen Faslı idi.
Muhterem Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- hakkındaki sözleri:
– “Şam’da bir tedhiş devresinde idik. Buna rağmen bir ilim meclisinde, en şecaatti, cesaretli konuşmayı bu büyük Allah dostu yapmışdır. O bakımdan ben bu zâtı can ü gönülden sever ve kendilerine hörmet beslerim.”
Ali Yekta -kuddise sirruh-
Yüksek tevazu ve fazilet ehli idî. Zülcenaheyndi yanı zahirî ve batınî ilimlerle mücehhez idi. Uzun müddet istanbul Müftülüğünde vazife görmüş, ferâiz ilminde ismiyle müsemma “yekta” olduğu söylenirdi. Sorulan veraset bahsinde hemen kalem kâğıdı eline alır, bir iki dakikada neticeyi bildirirdi. Hak âşıklarındandı. Pîr-î Ekmel Efendi hazretlerinin icazetli hülefâsmdan olmasına rağmen icazet kâğıdını saklamış, ancak vefatlarından sonra duyulmuştur.
Vefatlarından evvel kütübhane temizliği yapan muhterem damatları Emin Saraç Bey’in bundan haberi olmuştu. Ona hitaben:
– “Kitabların arasında bir kâğıt bulmuşsun, aman onu kimseye söyleme, mektum tut. O vazifenin ehli ve salahiyetlisi Mahmûd Sâmî Hazretleridir” buyurmuşlardır.
Lâdikli Ahmed Ağa
Ümmî, tertemiz müslüman bir Anadolu çocuğu idi. Hızır aleyhisselâmın gözdelerinden ve hadimlerinden olub uzun müddet onun emrinde bulunmuşdu. Allahü âlem ricali gaybden idi. Tayy-ı mekândı.
Bir gün Konya’da Muhterem Üstaz Hazretlerini ziyarete gelmişdi. Üstü sırılsıklamdı. On dakika evvel Erzurum’da olduğunu söyledi. Halbuki Konya kurakdı. Bazen Efendi Hazretleri ile halvet olur, bir kaç saat mahremâne konuşdukları olurdu. Lâdik ‘deki köyünde ziyaretçileri hiç eksik olmazdı. Kendisinden herhangi bir şey sorulduğunda: “Durun gardaşım! Şimdi cevabınızı getiririm” der beş on dakika kaybolduktan (yani Hızır aleyhisselâm ile mülakat yaptıkdan) sonra gelir sualinizin cevabını harfiyyen verirdi. Kendisinden manevî vazife isteyenlere:
– “Ben bu işe selâhiyetli değilim, Hazrete gidiniz, işinizi onunla bitiriniz.” derdi.
Maneviyata istidadlı yavrucak
Muhterem Üstaz Hazretleri ile bir Anadolu seferi dönüşünde, çarşıdan bazı lüzumlu şeyleri temin etmek için otomobilimiz kasabanın kenarında boş bir arazide tevakkuf etmişdi. Bu sırada çeşme başında yedi, on yaşlarında sekiz on çocuk aralarında oynuyorlardı. Bu günahsız masumlardan birisinin, büyük bir hayranlık içinde, ağzı açık bir şekilde Muhterem Üstaz Hazretlerini temaşa ettiğine şâhid olduk.
Bu tertemiz, saf, günahsız, yavrucak kendinden o kadar geçmiş idi ki, kendini oyunu ve arkadaşlarını tamamen unutmuş, Cenâb-ı Hakkın o anda kendisine nasib ettiği kuvvetli bir cezbe ile kılı dahi oynamaksızın tam bir huzur, zevk ve kendinden geçme halinde gördük.
Arabamız, oradan ayrılırken, uzaklaşırken, o yavrucak donmuş mebhut bir halde vasıtamızı seyrediyordu. Belki de Cenâb-ı Hakkın izni ile bu çocukcağız istikbalin ünlü velilerinden olacaktır.
Muhterem Üstaz Hazretleri bu yavrucak için (Maneviyata çok istidadı var) buyurmuşlardır.
Muhterem Üstazım Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu -kuddise sirruh- Hazretleri yirmi beş sene içinde:
Bir defa olsun, şunu şöyle yapaydınız, hata etdiniz, gibi kelâmlarla muhatablarını mahcub etmemiştir. Bu uzun müddet içinde:
Kendilerinden en ufak bir ter kokusu duyulmamıştır. Haccın en izdihamlı, herkesin buram buram terledikleri zamanlarda dahi…
Bu uzun müddet zarfında:
Bir defa olsun esnedikleri, sümkürdükleri, geğirdikleri Allah’ın izniyle olmamıştır.
Bu uzun zaman içinde:
Bir defa olsun, söz verdikleri saatte ve mekânda hazır bulunmamaları, Allah’ın izniyle gecikdikleri görülmemiştir.
Bu uzun müddet içinde:
Daimi iki dizleri üzerinde oturmuşlar, bağdaş dahi kurmamışlardır.
Bu uzun müddet içinde:
En yorgun oldukları yolculuklarında bile namazlarını ayakda huşu içinde eda etmişlerdir. (Cenâb-ı Hakkın izniyle) Son hastalıkları müstesna.
Bu uzun müddet içinde:
Tekbir ferdin aleyhinde konuştuğu (gıybet yaptığı) görülmemiştir.
Bu uzun müddet içinde:
Sıhhatinden şikâyet ettiği görülmemiştir.
Çarşambalı Ali Haydar Efendi
-kuddise sirruh-
Âlim, fâzıl, kâmil, zülcenaheyn, her türlü meziyyetlere sahibdi. Nakşî silsile-i âliyyesi meşayihindendi. 1961 milâdi senesinde irtihal-i dâr-ı beka eylemişler ve şehidlik mezarlığına defn edilmişlerdir.
Muhterem Üstaz hazretlerine karşı daima şu hitabda bulunurlardı:
– Manevi dereceni gizle bakalım! Öldüğümde cenazenamazımı muhakkak sen kıldıracaksın.
Bir defa Üstaz hazretleri uzun bir yolculuğa çıkmışlardı. Buna pek üzülen, Ali Haydar kuddise sirruh:
– Ya benim cenaze namazımı kim kıldıracak? Keşkebu yolculuklarında yerlerine birisini tayin etselerdi de namazımı o kimse kıldırsaydı, buyurmuşlardı.
Bu sözler üstazın, üstaza ne kadar samimiyetle bağlı ve hörmetkâr olduğunu göstermektedir.
Filvaki vefatlarında, Mahmûd Sâmî hazretlerinin, imamete geçmek âdetleri olmadığı halde, imamete geçib kesîf bir cemaata cenaze namazlarını kıldırmağı kabullenmişlerdir.
Safranbolu’lu Hacı Nuri Efendi -kuddise sirruh-
Erbilî hazretlerinin kıdemli hülefasından olub gayet zarif ve nâzik birzatdı, Sarıyer’de otururlardı. Takriben 1967 senelerinde irtihal-i dâr-ı beka eylemişler ve Sarıyer mezarlığına defnedilmiş/erdir. Muhterem Üstaz hazretleri kıdemli hülefâ olması bakımından bayramlarda en evveı kendisini ziyaret ederdi.
Ziyaretine gidenlere ilk suâli:
– Benim melek sıfat Sâmî Efendi’den ne haber getirdiniz? olurdu.
Mahir iz -Rahmetullahi aleyh-
Edib, şâir, mütefekkir, Mehmed Akif merhum hayranlarından. Te’lif eserleri mevcuddur. İlk devirlerinde tasavvufa karşı olanlardan idi. Mahmud Sâmî kuddise sirruh’un sohbetlerinde bulunduktan sonra eski görüş ve fikrinden tamamen dönmüş, hakikati lâyıkıyla anladığı için, seyr ü sülük yoluna ihtiyacını benliğinde hissetmiş, kurtuluş ve rahatlığı muhterem üstazın eteklerine yapışmakda bulmuş ve Hak erenleri yoluna isbât-ı vücud etmişdir.
Sözleri:
“O hazret-i Sâmîdir. Biz devri saltanatdan beri neler gördük neler, fakat böylesine tesadüf etmedik.”
Yavuz Sultan Selim Han
Padişah-ı âlem olmak, bir kuru kavga imiş.
Bir veliye bende olmak, cümleden âlâ imiş,
buyurmuşlardır.
Es’ad Erbilî kuddise sirruh, Divânında:
Vardıkda pîri kâmile taş olsa dîl yumuşağ olur
Fir’avn ise nefsin yakın bir m urdan alçağ olur
Oldunsa vâkıf aczine ednâ amel bir dağ olur
Çürüklerin hep sağ olur, zehrin kamu bal yağ olur
Dağlar yemişli bağ olur cümle cihan bostan sana.
Bayındır’lı Hafız Mustafa Efendi
Reîs-i Hâfız-ı Kurra idi. Her hattı hareketi Kur’an ahlâk ve adabına uygundu. Mütevazı, alçak gönüllü, yaşlı olmasına rağmen, güler yüzlü ve tatlı dilli, büyük küçük herkese hizmet ederdi.
Bekir Hâki efendi gibi ilmiye sınıfı kendisini çok takdir ederler, severler ve hörmet gösterirlerdi’. Üstaz hazretlerine karşı derin sevgisi, teslimiyyeti vardı. Bayramda muhterem üstaz, bu zâtı da ziyaret ederdi. Bu ziyâretden çok memnun ve mütehassıs olur, sevincinden deli divaneye döner ve üstaz hazretlerine hitaben heyecanlı heyecanlı, kafesdeki kuşun feryadı gibi (Huz biyedî, huz biyedî = Aman efendim, elimden tutunuz, aman elimden tutunuz) deye kendisine hakim olamaz, mükerreren feryâd edercesine yalvarırdı.
Molla Ramazan el-Bûtî -sellemehullah-
Şam-ı şerifde Ekrâd mahallesinde ikamet ederler. İlmini, kemâl ve fazîletini bütün Şam halkı takdir eder ve hörmet gösterirler. Halen hayattadır. Selâhiyetli kimseler tarafından Şam’ın kutbu olduğu söylenmektedir. Hem zahir ilmine vukûfiyeti vardır hem de bâtın ilmine. Hemen hemen her sene hacca gelirler. Beytullahın Altınoluk tarafında bulunurlar, namazlarını orada eda ederlerdi. Manevî dereceleri yüksek olmasına rağmen, yüksek tevazûlarından ötürü daima üstaz hazretlerinin üç beş saf gerisinde otururlar, hâl dili ile, muhterem üstaz hazretlerine karşı azamî derecede hörmet gösterilmesi gerekdiğini imâ ederlerdi. Üstaz hazretleri her Şam’a uğradıklarında muhakkak kendilerini ziyaret ederlerdi.
Baha Kitabcı
İzmir’in ünlü cildiye mütehassısı idi. Ufak cüsseli gayet sevimli bir hali vardı. Dünya çapında şöhreti hâizdi.
Amerika’da yapılan tıbbî toplantılar için sık sık kendisine bilet temin ederek, davet ederler, onun da fikirlerini alırlardı.
Takriben 1962-63 senelerinde, muhterem üstaz hazretleri, İzmir’de, bir ahbabının evinde misafir idi. Sohbetler biri birini takib ediyor, İzmir’in şöhretli, maneviyata susamış şahıslan bu musahabelerden istifade etmek için adetâ sıra bekliyorlardı.
Doktor Baha Bey de bu ulvî toplantılara devam ediyordu. Üç beş arkadaşı ile beraber geliyor, can kulağı, yani bütün varlığı ile sohbetlerdeki ince mânâlara dalıyor, kendinden geçiyordu. En sonunda, hakiki bir mürşid-i kâmilin eteğine yapışmak ve teslim olmaktan başka bir çare-i necat olmadığını anladı. Halbuki kendisine şeyhi tarafından icazet verilmiş, halifelik vazifesini deruhte ediyordu. Hatta bir hayli de kendisinden ders alanlar olmuşdu amma, kendisi bu halinden tatminkâr değildi.
Keşfi açıldı, basarı basîrete dönüşdü. Hakikati iyice anladı. Kendisine tabi olanları, üstaz hazretlerinin kemaline, hakiki mürşid-i kâmil olduğuna, ikna etdi. Hep beraber bu hakiki manevî yolu tercih etdiler.
Bu hakka dönüş de, Cenâb-ı Hakkın nusreti, efendi hazretlerinin himmeti, kendisinin de ihlâs ve hüsnü zannı samimiyeti sebebiyledir.
Bir ramazan günü, takriben I972 senelerinde idi. Üstazı sevenlerden birisi, geniş olan evinde, takriben yetmiş-seksen kişilik bir iftar sofrası hazırlamış, vakti değerlendirmek için de bir sohbet yapılmışdı.
Akşama tahminen yarım saat kalmışdı. Sohbetin en heyecanlı yerinde Doktor Baha bey, kendine hakim olamıyarak ayağa fırladı. Allahü a’lem Gavsü’l-Azam Abdülkadir Geylânî hazretlerine ait bir menâkıbdan bahsediliyordu.
– Sen, zamanın Abdülkadir Geylânî’si değil misin, diye bir kaç kere bağırdı. Ortalığı bir sessizlik aimışdı. Kimsenin konuşmağa mecali kalmamışdı.
Bu hadise üzerine muhterem üstaz hazretleri ellerindeki defteri yüzlerine kapadılar. Öylece kaldılar.
Çünkü “la” deseler, manevî bakımdan sakıncalı idi,” evet” deseler o da mahviyet, tevazu bakımından noksanlık olurdu. Bir müddet sükûtdan sonra sohbete devam edildi, akşam oldu, iftar açıldıktan sonra akşam yemeği yenildi. Biraz istirahatden sonra, teravih namazı vakti yaklaşdığı için herkes evlerine, camilere döndüler.
O sene Devlethanenin zemin katında, hatimle teravih namazı kılınmakda idi. Cemaat arasında doktor Baha bey de vardı. Namazını müteakib Üstaz hazretleri istirahatlerine çekilirler ve kimseyi kabul etmezlerdi. Buna rağmen Baha bey heyecanını teskin edememişdi. Üstazı takib etdi. Her ne kadar bu saatde, rahatsız etmesi sû-i edeb olduğu kendisine söylendi ise, onun kulağına hiç söz gitmiyordu. İsrarla takib etmişdi. Yukarı çıkdıklarında şeyhinin eteklerine kapanıyor büyük vecd ve hüzünle “Ne olur artık bugün seyr ü sülûkumu tamamlatdır,” diye İsrarla uzun müddet yalvarmış ve nasıl bir tecelli zuhur etdiyse bilemeyiz, belki de arzusu tahakkuk etmiş ve büyük bir huzur ve neş’e içinde vedalaşmışdı. Aynı gece İzmir’e döndüklerinde bir trafik kazası neticesinde ruhunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine teslim etmişdi.
Ahmedü’l-Mellah Efendinin Dayısı
Tahminen I967 yahud 1968 senelerinde idi. Şam’da Şam müftisi Ahmed Güftâr efendinin, Ahmedü’l-Mellah nâmında bir damadı vardı. Evvelce muhterem Üstazdan manevî ders aimışdı. Yakın bir dostumuz hac dönüşü Şam’a uğrayarak kendilerini ziyaret etmişdi. Efendimizden almış olduğu selâhiyet üzerine, onunla dersleri hakkında müzâkere etdiklerinde, derslerinde gevşeklik ve ihmal gösterdiğine şahid oluyor ve üzülüyor.
Yeğeninin bu ihmâlinden haberdar olan Ahmed Mellâh ‘m dayısı, keşfi açık celalli bir şahısdı. Gazablı, öfkeli bir halde yeğenine çıkışıyor:
– Sen! Öyle bir Allah dostunun vermiş olduğu mühim evradı, nasıl olur da ihmal edersin. Ben geçen hac mevsiminde “Beytullah”! temaşa ederken büyükçe bir top cesametinde, bir nur’un ağır ağır Beytullah’ı tavaf etdiğini müşahede etdim. Bu nur’un altında bir Allah dostunun olduğunu tahmin ederek tavaf mahalline yaklaşdım. Bir de gördüm ki bu nur’un altında bedenen zayıf, nahif ve nâzik fakat gayet mehabetli bir şahsın, vakar ve huşu içinde, refikleri ortasında tavaf etdiğini gördüm ve soruşdurdum. O gördüğüm, güzelliğini tarif edemiyeceğim şahsın, kibar-ı ehlullahdan Adana’lı Sultan-ül-Arifin Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu hazretleri olduğunu öğrendim, deyerek yeğenini intibaha yani gafletden uyanmağa davet etmişdir.
Muhammed Haccar -sellemehullah-
Haleb’li, âlim, zâhid, maneviyat ehli. Üç oğlunu birden şehid etmişlerdi.
Medine-i Münevvere’de mücavir.
Her görüşdüğümüzde şu aşağıdaki sözü tekrar ederler:
“O kadar manevî meclislerde bulundum. Mahmûd Sâmî efendi Haleb’e uğradıklarında bir hatm-i Hâce yapdır mışdı. Ben de bulunmuşdum. Bir daha o kadar tesirli ve husulü bir toplantı göremedim.”
Muhammed Harranî
Manevî vazifelilerden idi. Aslen Urfa’lı olup Şam, Urfa ve Bursa’da herkes tarafından tanınırdı. Keşfi açıkdı. Soruların cevablarını kolaylıkla verirdi. Kendisinin manevî halini gizlemek için, bazen lüzumsuz kelimeler sarfederdi. Ziyaretçilerle senli benli konuşduğu halde muhterem üstaz hazretlerinin huzurlarında edebe dikkat ederlerdi. “Siz temkin ehlisiniz, halbuki bizler telvin ehliyiz. Sizin müstakar bir makamınız var, bizler ise öyle olamayız” derdi.
İstanbul’da vefat etmişlerdir. Mezarı Eyub Sultan kabristanmdadır.
Takriben 1965 senelerinde Şam-ı Şerif’de hacca giden bir topluluğa şu sözleri söylemişlerdir:
– Siz Sâmî Efendiyi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye, güneye bakıyorum. Bu üstaz gibi Muhammedfyyü’l-meşreb bîr veliyyi agâh-i dîl kimseyi göremiyorum. Bu zât asırlar içinde ender görülen bir zât-ı âliyyi-kadirdir, kıymetini biliniz.”
Recep et-Tâî -kuddise sirruh-
1962 senesinde hac yolculuğunda Haleb’e uğranılmışdı. O senelerde doğrudan Hicaz’a uçak ile gidilmiyordu. Seferler aktarmalı oluyordu. Muhterem Üstaz hazretleri Şam’a kadar karayolu ve oradan da uçakla doğru Medine-i Münevvere yolculuğunu tercih etmişlerdi.
Bir gece Konya’da kalındıktan sonra ancak ertesi günü akşamı Haleb’e vasıl olunmuşdu.
Gece istirahatı, salih bir zât olan Cemil iskenderânî ‘nin otelinde yapılmış ve ertesi günü, oranın sevilen ve sayılan şahıslarından olan Abdullah Serâceddin kuddise sirruh’un davetine gidilmişdi. Oranın ilmiye sınıfından pek çok kimseler bulunmuş, yemekler yenilmiş, namazlar kılınmış, sohbetler edilmişdi.
Davetliler arasında Receb et-Tâî isminde uzunca boylu, aslen Karadenizli bir zât vardı. Türkçe bilmediğine göre, ora doğumlusu idi. Q gün hayli verimli hasbihaller edildikten sonra akşama doğru Hama-Humus yolu ile Şam’a varılmışdı. Bir hafta kadar burada Eshab-ı kiram hazeratmın ve ehlullahın ziyaretleri yapılmış, muhtelif davetlere gidilmiş ve devamlı ruhanî sohbetler biribirini takib etmiş, gününde Medine-i Münevvere’ye yüz sürülmüştü.
Receb et-Tâî kuddise sirruh keşfi açık, ehli keramet bir insan olub, hayli islâmî meziyetlere sahibdi.
Bu görüşmeden takriben bir iki ay kadar sonra oğlu Muhiddin efendiye şu vasiyeti yapıyor:
– Oğlum ben filânca gün, şu saatte âhırete intikal edeceğim, bundan sonra senin mürşidin o insanı kâmil olacakdır. İstanbul’a git, dersini tazele.
Halbuki o zaman Suriye’de çok şöhretli mürşidler mevcuddu. Muhterem Üstaz hazretlerinin kemâli kendisini cezbetmişdi ki böyle bir vasıyetde bulunmak ihtiyacını hissetmişdi.
Oğlu olan Muhiddin et-Tâî Mevlevi tarikatından icazetli olduğu halde, Muhterem pederlerinin vasiyetlerini yerine getirmiş, ağlayarak İstanbul’a gelmiş, Üstaz hazretlerinin huzurlarında, o güzel halini takviye etmiş ve tekrar Haleb’e dönmüşdü.
Es-Seyd Nasr-ı Yemâni ve Sabık Van Müftisi Hasan Efendi
Her ikisi de, Mescid-i Nebevî’deki, Ashab-ı Suffa mahallinin ön safında bulunurlar, namazlarını orada kılarlar, niyazlarını, dualarını orada eda ederlerdi.
Nasr-ı Yemanî ‘nin yeri, Soffanm sağ tarafındaki köşe başı, Hasan efendinin yeri, orta direğin sağ tarafı idi.
İbadet bakımından her ikisi de gayretli idiler, dürüst halleri vardı. Her hususda adaba, tertibe ve intizama çok dikkatli idiler. İsterler idi ki herkes kendileri gibi olsun! Adâb noksanlıklarını gördükleri kimselere öfkelenirler, çıkışırlar, adetâ mücâdele ederlerdi.
1962 senesinde hac yolculuklarında muhterem Üstaz hazretleri ve refikleri, namazlarını daima Ashab-ı Soffa mahallinin ön safında, beş vakit muntazaman eda ederlerdi. Yani Nasr-ı Yemanî ile Hasan Efendinin ortasındaki boşlukta.
Üstaz hazretleri ilk Mescid-i Nebevî’ye vasıl olduklarında, ayakkabılarını oradaki bevvablara (kapıcılara) vermeğe çekinmiş (bilâkis onlar büyük bir makamın hadimleri oldukları için) ellerini öpmek istemişlerdi.
Halbuki bizler evvelki geldiklerimizde, bu nezâket inceliğini kavrayamamış, onlara lâzım gelen hörmet ve tazimi gösterememişdik.
İkinci defa da Ashab-ı Soffanm en ön safında oturan, kısm-ı azâmi Sudan’lı olan agavât-ı kiram hazeratmın ellerini öpmeğe gayret eldiler. Halbuki onların çoğunluğu ümmî idi.
Üstaz hazretleri, onların şahıslarına değil, türbe-i Seâdetin bakıcıları olmak bakımından, herkesin tatbik edemediği, bu derin nezâket ve edebi göstermişlerdi. Halbuki onların da hal ve hareketlerinde, sertlik görülüyordu.
Böylece vakit namazlarına muntazam bir şekilde devam olunuyordu. Amma hepsi Üstaz hazretlerinin o ince zarif tevazu ve nezâketini gördükçe, hayranlıkları artıyor, adetâ tam bir teslimiyet içinde her hareketlerini terassut ediyorlardı.
Günler geçtikçe, Üstaz hazretlerinin, sevenleri, gönül verenleri çoğalıyordu. On, onbeş gün evvel üstazın ellerini, öptükleri kimseler bu sefer onlar Muhterem Üstaz’m ellerini öpüp, duasını almak için sıraya giriyorlardı.
Kısa bir zaman içinde, o sert haşin meşrebi! ağavât-ı kiram, Nasr-ı Yemânî ve müftü Hasan efendinin halleri, kalb âlemleri yumuşamış, kuzu gibi olmuşlardı. Safın’ön kısmına kimseyi almıyorlardı. O kısmı Üstaz ve evlâdlarma tahsis etmişlerdi.
Allah dostunu teşhis edib ona karşı hörmetkâr olmak nasıl insanı manen değerlendiriyor.
Kendi yolunda mütevâzi, engin gönüllü olanları Hak celle ve âlâ hazretleri nasıl aziz ediyor?
Ağavat-ı kiram, Nasr-ı Yemânî ve müftü Hasan efendiler ısrarla mükerreren Üstaz hazretlerini davet etmişler, o da gönülleri olsun diye davetlerine icabette bulunmuşlardı. O ziyaretleri ve sohbetleriyle onları pek memnun etmişlerdi. Halen ağavat-ı kiram hazeratmın bir kısmı, Nasr-ı Yemânî ve Hasan efendiler âhırete intikal etmişlerdir. Hak celle ve âlâ hazretleri cümlesini garîk-i rahmet eylesin! Âmin.
Meczûb Cemil Baba
Hak âşıklarmdandı. Kayserili, ümmî, keşfi açıkdı. Sözlerini çekinmeden söylerdi. Hiç kimseden çekinmezdi. Bir defasında kendisini küçük gören bir imam efendiye hitaben:
– Dün akşam şu camide, şu renk seccade üzerinde namaz kıldıran siz değil mi idiniz, demişdir. Bunu duyan imam efendi sözlerin gayet isabetli olduğunu itiraf ederek mahcub olmuşdu.
Daima Cenâb-ı Hak hazretlerinin, ulûhiyyetinden, kendi şivesi ile misaller getirir, ve yetim, dul, bîkeslerin ve emsali ihtiyaç sahiblerinin yardımına koşmasının en mühim ibâdet olduğunu tekrar eder, heyecanlanır,” Allah Allah “diye feryad ederdi.
Muhterem Üstaz hazretlerinin karşısında diz çöker kimseye göstermediği edeb ve nezaketi ona karşı gösterirdi.
Üstaz hakkında şu rumuzda bulunurdu:
Altın kurnada abdest alıyorlar.
Sidre-i müntehada toplantıda bulunuyorlar.
Takriben 1982 milâdî senesinde Kayseri’de vefat etmişler, Kayserililer kendisine büyükçe bir kümbet yaptırmışlardır. Türbesi halk tarafından sık sık ziyaret edilmektedir.
Bir Bursa Hatırası
I950 senesinin yaz aylarının, yerlerini sonbahara terkedeceği Ağustos sonlarında idi.
Mutad olarak, ailece, her sene, dinlenmek için Bursa’ya gider, Cekirge’deki banyolu otellerde 15-20 gün kaldıktan sonra, tekrar İstanbul’a dönerdik.
Fakat bu sene, Bursa’ya geldiğimizde bir haftadan beri halkda, diğer senelerin huzur ve neş’esini göremiyorduk. Herkes de bir bezginlik, bir sıkıntı hali seziliyordu.
Bilhassa yaşlılar, biz kuraklığın ne olduğunu biliriz, diyorlardı. Çünkü Bursa ovasına, o zamanki canlı yeşilliğinin donuklaşmağa, Nilüfer çayının kurumağa, çeltik tarlalarının sularının çekilmeğe başladığı ve şehrin bazı semtlerinin musluklarının akmadığı görülüyordu. Ulu, Yeşil, Hüdavendigâr ve diğer muhtelif camilerde, sürekli yağmur duaları yapılıyordu. Ayrıca Uludağ eteklerinde, küme küme, insanların, ihtiyarların, çocukların, koyun kuzu, keçi, sığır sürülerinin, götürüldüğü görülüyor ve oralarda devamlı yağmur duaları yapılıyordu.
Günler böylece birbirini takib ediyor, dua ve yalvarmaların tesiri henüz görülmüyordu. Gene bir gün Servinaz otelinin bahçesinde, ovaya nazır, havuz kenarında muhtelif kimseler oturuyorlar, aralarında muhtelif konulara dair mübahaseler yapıyorlardı.
Cemaat arasında bir fısıltı duyuldu. Sonra bir müddet sessizlik. Adana’Iı Sâmî Efendi hazretleri teşrif etdi denildi. İçlerinden biri söz alarak:
“Bu zat Allah sevgilisidir, yemez, içmez, uyumaz, sabahlara kadar ümmeti müsliminin salâhı için dua eder. Her hali ahlâk numûnesidir, her hareketi Kur’an ahkâmına uygundur. Her gitdiği yere bereket götürür, hastalar şifâ, derdliler deva bulur,” diyordu.
Ben bu ismi ilk defa duymuşdum. Bu sözler kalbimde yer etmişdi. “Böyle bir zamanda böyle bir Allah dostu nasıl bulunur?” diye içimden geçirdim.
Otelin, ovaya bakan, iki odalı bir bölümüne, iki refiki ile yerleşmişlerdi. Aradan kısa bir zaman geçmişdi. Gökyüzü birden bulutlandı, karardı. Gök gürültülerini tatlı tatlı yağan bir yağmur takib etdi. İki üç gün aralıksız devam etdi. Dereler doldu, soluk otlar yeşillendi. Herkes “Elhamdülillah, kuraklık tehlikesi atlatıldı” deye Cenâb-ı Rabb’ül-âlemîn hazretlerine şükürlerini izhâr ediyorlardı.
Gülmeyen yüzler gülmüş, sıkıntıda olan sîneler açılmışdı. Muhterem Üstaz ve iki arkadaşı, yağmur altında, şemsiyelerini açarak, devamlı olarak Hüdavendigâr camiinde vakit namazlarını eda ediyorlardı… Yaz olmasına rağmen, şemsiyelerini yanlarına almalarının bir sebebi hikmeti vardı.
Öyle bir cezbeye, sevgiye tutulmuş idim ki, bahçenin bir kenarında onların gidiş ve dönüşlerini bekliyor, geriden temaşa etmekden, büyük bir haz duyuyordum. Çocukluğumdan beri, kemâl ehline karşı derin sevgim vardı. Büyük zatların ziyaretine gider, onlarla oturmakdan, dinlemekden zevk alırdım. Onlar da âlicenab insan oldukları için, samimiyetimi gördüklerinden, yaşımın küçüklüğüne rağmen huzurlarına kabul ederlerdi. Fakat bu Allah dostundaki hal, vekar, eda, tavır şimdiye kadar gördüklerimden hayli farklı idi.
Kendilerine yaklaşmak, hizmet-i âlilerinde bulunmak, dualarını almak istiyordum. Refiklerinin izni ile huzurlarına çıkdım. Nereye arzu ederlerse arabam ile hizmete amade olduğumu söyledim. Dışarıdaki vasıtalarla ihtiyaçlarını gördüklerini beyân ederek özür dilediler, yani kabul etmediler. Yalnız bir kaç gün sonra Mudanya yolu ile İstanbul’a döneceklerini ve beraberce oraya götürmeme muvafakat etdiler. Zikredilen günde Mudanya’ya kadar beraberce gidildi. Vedâlaşıp ayrıldım. Vapur ufukda kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerimle seyrettim.
Bu mürşid-i kâmilin sevgisi gönlümde o kadar yer etdi ki, hayâli gözümden hiç gaib olmadı.
Son zamanlarda bu zâtın mânevi ihtişamını idrak eden, Yüksek İslâm Enstitüsü tasavvuf dersi öğretmeni, edebiyatçı, mütefekkir Mahir İz beyefendi hem bu asîl zâta gönül verenlerden olmuş ve “Biz devri saltanatdan beri neler gördük neler… Fakat bu hazret-i Sâmî’dir” demekten kendisini alamamışdır.
Dâsitân-I Hazret
Eyyâm-ı şeb-efruzda bir merd-i sıyâmî
Mihrâb-ı ubûdiyyet-i ulyâda kıyamî
Yoksullara imdâd eli düşkünlere hâmî
Tevhid-i Huda rehberi bir zât-ı kirâmî
Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l -urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî
Düstûr-i zaman mefhar-i âl-i Ramazan’dır
Didâr-ı Muhammed ruh-ı pâkinde ayandır
Siması bir âyine-i envâr-ı nihandır.
Ey can kulak aç, onda beyan özge beyandır.
Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’i-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî
Devletlü Velî Hazret-i Halid’den el almış
İrşadını mânend-i zıya her yana salmış
Efrâd-ı vatan berzah-ı fetrette bunalmış
Ümmid-i rehâ bir nazar-ı feyzine kalmış
Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî
Hem hâlet-i Peygamber-i Zîşân harekâtı
Vermekte tarîk ehline tahkîk berâtı
Geçmektedir Allah’a ibâdetle hayâtı
Bezminde tadar gam-zedeler azb u Fürâtı
Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-i Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî
Elbet bırakır öyle bir er, böyle halife
Ashab kadar hadim olur şer’-i şerîfe
Her sohbeti bir zübde-i ahkâm-ı münîfe
Sorsan kime mazhardır O, der ism-i Lâtife
Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî
Etmiş ona Hakk pâye-i irfanı emânet
Sermâye-i pür kıymet imânı emânet
Ahmed Ağa etmiş ona yaranı emânet
Kılmaz mı erenler güher-kânı emânet
Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-ı Kelâmî
Fahru’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî
Teminine millî zaferin Es’ad Efendi
Hak aşkına Allah deyüb himmet edendi
Zulmün O’na bir halka-i nur oldu kemendi
Cennetti deriz menzili, şeklen Menemen’di
Hayru’l-halef-i Es’ad-i dergâh-i Kelâmî
Fahr’l-urefâ bedr-i hafâ Hazret-i Sâmî
Kemal Edib Kürkçüoğlu
7. 1973
Kaynak: Sâdık DÂNÂ, Erkam yayınları, Sultanü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu