Şam şehri evliyaullah’ın pek bol bulunduğu mübarek bir beldedir. Meczubları, abdalları, ehl-i keşifleri ile meşhurdur.
Her hac yolculuğunda Şam-ı şerife uğranılır, birkaç gün kalınır, ehıbbâ ve esdıka ziyaretleri yapılırdı. Bilâl-i Habeşî gibi birçok ashab-ı kiram ve meşâyih-i zevi’l-ihtirâm hazerâtının kabirleri ziyaret edilirdi.
Muhterem Üstâz hazretlerinin yolu Şam’a uğradığı zaman oranın yüksek sınıfı, ma’nevîyat ehli, adetâ bayram yaparlar, büyük toplantılartertîp ederler, ziyafet verirlerdi. O zamanın yüksek dereceli, Şeyh Mekkî Kettânî, Şeyh Abdülvehhâb Salâhî, Şeyh Said Burhânî, Şeyh Hasan Ha-bennekî, Şeyh İzzet ve refikleri, Şeyh Âbdurrahman Meczûb ve daha bir çok mümtaz ilmiye sınıfına mensub eşhas bu ma’nevî ziyafet meclisinde bulunurlardı.
Bilhassa Üstâz hazretlerinin bulunduğu meclislere büyük değer verirlerdi. Sohbetler büyük bir sessizlik içinde olur, herkes kulak kesilirdi.
Üstâz hazretleri arapçayı ağır ağır, düşüne düşüne, tane tane kelimeleri yerli yerinde olarak konuşurlardı.
Şam halkı keramete çok düşkündürler. Muhterem Üstâz onların bu isteklerini bildikleri için, “efdâl-i sahabe Ebû Bekr Sıddîk -radıyallahu anh-’dan hiç bir keramet görülmediğini” ifâde ile “ihlâsa ve kulluğa sarılmanın en fâideli yol olduğunu “imâ ederlerdi.
İlim ve hatm-i hâce meclislerinin reisliğini (üstâz Şam’da kaldığı müddetçe) kendilerine tevdî ederler, tereddüt ettikleri mühim mevzular hakkında suallar sorarlar ve tam, noksansız olarak cevablar alırlar ve bundan çok müteşekkir kalırlardı.
Muhterem Üstâz kabir ziyaretleri için de ayrıca bir gün ayırırlardı. Bilâl-i Habeşî, Ebü’d-Derdâ, Muaz İbn-i Cebel, Şeyhu’l-Ekber Muhyiddin Arabî, Mevlânâ Hâlid ve diğer türbeler ziyaret edilirdi. Hattâ bir gün Mevlânâ Hâlid hazretleri ziyaret edilmişti. Oradan Şemsiye Camii imamı Ya’kub efendi hazretlerinin ziyaretine gidilecekti. Taksi çağrıldı, otomobile binildi… Meğerse şoför ehl-i keşif birisi imiş. Yolda giderken “ben nur görüyorum, ben nur görüyorum “diye feryâd etmeğe başladı. Zorlukla direksiyona hâkim oluyordu. Hepimiz heyecanlanmıştık. Elhamdülillah, nihayet kazasız, belâsız istenilen yere geldik ve Ya’kub Efendi ziyaret edildi…
Muhterem Üstâz bu Zât’a karşı istisnaî bir hürmet gösterirlerdi, “hâilidir” derlerdi. Bu “hâilidir” kelimesini herkese kullanmazlardı. Halbuki aslen arnavut olan Ya’kub Efendi gerek arapçayı, gerek türkçeyi zorlukla konuşabiliyordu. Halbuki Şam’da nice fesahat ve belagat ehli insanlar vardı.
Ya’kub Efendi -kuddise sirruh-100 yaşını birkaç sene geçtikten sonra âhırete irtihâl etmişler ve son senelerine kadar devamlı olarak haccetmişlerdi. -Rabbimiz Teâlâ hazretleri cümlemizi şefâatlarına nail eylesin! Amin…-
Büyük bir makamda bir Allah dostunun âmin demesi:
Bir hac seferimizde Şam’da idik. Her yolculuğumuzda olduğu gibi gene Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin mübarek türbeleri ziyaret ediliyor ve ruhlarına Fâtiha-i şerife gönderiliyordu. Cezayir Fransız harbi uzun zamandan beri devam ediyordu. o Modern, zâlim Fransız ordusunun karşısında, kahraman Cezayirliler onbinlerce şehid verdikleri halde düşmanı tepelemek hususunda sebat gösteriyorlardı…
Bizler, Şeyh-i Ekber’in türbesinde iken Cezayir’den onbeş kişi kadar bir hey’et gelmiş, Cenâb-ı Hak’dan Muhyiddin-i Arabî hürmetine Cezayir’deki Fransızların hezîmete uğraması, zelîl ve makhûr bir vaziyette çekilip gitmesi niyazında bulunuyordu. Yalvarma ve göz yaşları yarım saat kadar devam etti. Onlar dua ettikçe muhterem Üstâzın âmin, âmin dediği duyuluyordu.
Bir gün sonra Şam gazetelerinde Cezayirlilerin gâlib geldiklerini, zâlim Fransızların bozgun bir vaziyette çekildiklerini ve harbde mağlûb olduklarını okuduk. Halbuki oniki senedir harb devam etmekte idi.
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh- hazretleri yemek, içmek ve emsali mevzulara hiç temas etmezlerdi. Bir hac yolculuğu hazırlığı yapılıyordu, âdetleri hilâfına buyurmuşlardı ki:
– Çay, ekmek, helva, peynir alınsın, Şam’da lâzım olur.
Refikleri arasında müzâkere edildi. İstişare sonunda bahsedilen bu gıda maddelerinin Şam’da daha iyileri bulunduğu ve oradan temin edilmesinin daha uygun olduğu kararına varıldı. Bu yersiz istişare ve varılan sonuç hatalı idi.
Nihayet Şam-ı şerîfe uğranıldı. Vakit oldukça ilerlemişti. Yermuk oteline inildi. Yakın olması dolayısıyle sabah namazına Sancakdar Camiine gidilmişti. Farz namazı kılınırken dışarıda mitralyöz ve top sesleri duyulmaya başlamıştı. Mühim bir ihtilâl başlangıcı olduğunu anlamıştık. Acele otele dönüldüğünde top ve silâh sesleri ziyâdeleşmişti. Bu mühim vaziyette, dışarı çıkma yasağı konulmuş, dükkânların bilaistisna hepsi üç gün kapalı kalmıştı. Hülâsa hayal edilen, Şam’ın çay, ekmek, peynir ve helvasından mahrum kalınmıştı. Valizlerdeki çörek ve bisküvi kırıntıları ile idare edildi.
Muhammediyyü’l-meşreb olan bu kerîm zât en ufak bir işaretle olsun, refiklerini mahcûb etmedi. Ama bizler utancımızdan yerin dibine geçmiştik.
Kibâr-ı ehlullah arasında dahi Muhammediyyü’l-meşreb olanların sayısı azında azıdır. Çok büyük makamdaki velilerin bile zaman zaman settâru’l-uyûb ve afvedicilik hususunda bocaladıkları görülmüştür.
Bu hallerine rağmen keşif ve keramete ehemmiyet vermezler bu bahsi yersiz görürlerdi. Ve nasıl gizlenmesi îcab ederse onda da mahir idiler. Bazı mecburi uyarma durumunda kaldıkları müstesna…
“En büyük keramet; ihlâs ve istikamet üzere, nefeslerin dâimi zikrullah ile muhafazası ve her an Hak teâlâ ve tekaddes hazretlerinin huzurlarında sıdk, ihlâs ve züll ü inkisar hâlinde bulunmaktır” buyururlardı.
Kaddesallahu sırrahu’l-azîz
Kaynak: Sâdık DÂNÂ, Erkam yayınları, Sultanü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu