1976 yılının son baharı idi. Muhterem Üstaz Hazretlerinin Erenköyündeki devlethanelerine giderek hem ziyaret etmek hem de, zamanın gönlümüzde yer ettiği keder ve sıkıntıları onun ilâhî nazar ve sohbetleri sayesinde izâle ederek huzura kavuşmak arzusunu duymuştum.
Güler bir yüz ile huzurlarına kabul buyurmuşlardı. Hiç ziyaretçi yokdu. Münferid olarak bazı nasihatlarmı müteakip, kapalı olan odanın kapısına bakarak -kapıya bakmak mahrem işareti idi- “Medine-i Münevvere’ye hicret göründü, bir daha dönmemek şartıyla. Yalnız aramızda kalsın, kimse duymasın.” buyurdular.
Aradan altı ay kadar bir vakit geçmişti. Aynı arzularını merhume muhtereme validemiz Râbia Hanımefendiye ve hâne halkına tekrarlamışlardı. Hicret için bir taraftan ehl-i beyt fertlerini ikna etmişler, bir taraftan da tahakkuku için Al-lahü zü’l-celâl ve’l-kemal hazretlerine dua ve niyazda bulunmuşlar ve çıkış muamelelerinin takibi için de lüzumlu yerlere müracaatda bulunmuşlardı.
Bu hicret haberini duyan, İstanbul ve Anadolu’daki kendisini sevenler, gönül ehli, için için üzülüyorlar, yanıp yakılıyorlardı. Ama elden ne gelir, ne yapsınlar, karar kafi idi. Kader çerçevesi böyle çizilmişdi.
Ayrılık muhabbet ehli için dayanılmaz, tahammül edilmez bir haldir. Haklı idiler. Asırların yetiştirdiği bu gönül sultanından ayrı, uzak kaldıkları müddetle o nurlu, o güzel melâhatli yüzünü temaşa edemiyecek ve dertlere derman olan o lâhûtî, ulvî, ma’nevî sohbetlerinde bulunamayacaklardı.
Ne var ki Allah dostlarının sık sık tekrarladıkları (Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de) sözü ile müteselli oluyorlardı.
Birehlullahm, Hak dostunun bulunduğu, nazar ettiği belde Cenâb-ı Hakkın izniyle akla hayâle gelmeyen bereketlere gark olur. Her türlü fitnelerden, felâketlerden, ârizî ve semavî kaza ve belâlardan korunur. Daha neler… neler…
AllahüTeâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin nusreti ile, arzuları, dilekleri semere vermiş, ilk işaret buyurdukları andan itibaren bir buçuk sene sonra Medine-i Münevvere’ye, Bel-de-i Tayyibe1 ye, bütün aile efradı ile vâsıl olmuşlar ve Şehrin Harre-i Şarkıyye semtinde, sâlih bir zâtın yaptırmış olduğu yeni devlethanelerine yerleşmişlerdi. Elhamdülillah, Üstâz Hazretleri -kuddise sirruh-’un arzuları tahakkuk etmiş olduğu cihetle çok mes’ud ve mesrurdular.
On-onbeş gün kadar bir istirahatten sonra, az sayıda olmak şartıyla ziyaretçi kabul ediyorlardı. Ve sohbetleri arasında bu mukaddes Belde-i Tayyibe’de, gayet edebli, ta’zimkâr olmak icâb ettiğine işaretle şâir Urfa’lı Nâbi Efendinin meşhur (Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hüdadır bu) nâtını irticalen sonuna kadar okuyorlardı. Aynı hususda Medine-i Münevvere’de ikâmet eden meşhur Mevlâna Ziyâeddin el-Hindî el-Kadirî -kuddise sirruh- da ziyaretçilerine: (Aman bu mübarek beldede dikkatli olunuz yolunuz yalnız, iş yeriniz, Mescid-i Nebevi, ve haneniz olsuniBu mübarek yerin halkına fazla tecessüs etmeyiniz, olur ki birinin hatalı halini görürsünüz, gönlünüz değişir, bu da sizin için zararlı olur) buyurmuşlardı.
Böylece seneler birbirini takib ediyor, muhterem Üstaz Hazretleri kendilerini tam bir inzivaya verib vakitlerini devamlı olarak, dua, zikir. murakabe ve istiğfarla geçiliyorlardı. Rahatsızlıkları da günden güne artıyordu. Tıbbî müdahale ve ihtimamlar semere vermiyor. zâten pek nâzik. hafif olan bedenleri adetâ eriyordu. Tansiyonları sık sık yükseliyordu. Bu ağrı ve ıztırablara rağmen bir defa olsun “vücudumda şöyle bir rahatsızlığım var, başım ağrıyor” gibi en ufak bir şikâyetde bulunmuyordu. Hatta gözlerindeki zafiyet ziyâdeleşmiş, göremez hale gelmişlerdi. Bu halini sezen bir yakını tarafından hâzik bir doktor celbedilerek, arçeliyat edilmiş ve görmeğe başlamışlardı. Bu gaile ve rahatsızlıklarında bile daimî olarak dua ve istiğfara devam etmişlerdi.
Sevenleri yirmibeş sene kadar evvel Eyüb Sultan Ha-lid ibn-i Zeyd -radıyallahu anh- Hazretlerinin kabristanında kendileri için bir mezar yeri temin etmişlerdi. Bundan pek memnun olmayan muhterem Üstaz Hazretleri’”Bizim re’yi-mizi sorarsanız, gönlümüz Cennetü’l-Bâkîa’yı ister” buyurmuşlardı.
Allahü Teâlâ ve tekaddes Hazretlerinin bu has, lekesiz kulu son günlerini yaşıyordu.
“Sen Rabbin’den, Rabbin de senden razı olarak Rabbine dön! Kullarımm arasına katıl! Ve cennetime gir! ” (Fecr, 28-30) âyet-i kerîmelerine imtisâlen, meşhur şair Urfalı Kemal Edib Beyefendinin “Fahru’l-Urefâ, Bedr-i Hafâ Hazret-i Sâmî – Ariflerin kendisiyle iftihar etdikleri bulutun altına gizlenen, gizli ay” tesmiye etdiği insân-ı kâmil, asırların yetiştirdiği Mürşid-i Mükemmil Hazretlerinin, nur hazinelerinden olan ruhu muazzezleri, 10 Cemaziyel evvel 1404 -12 Şubat 1984 tarihinde sabaha karşı saat dört bu-çukda; “Allah Allah” kelime-i tayyıbesini zikrederek Alâ-i il-liyyine tayerân etmişdir. Yâni fâni dünyadan ebediyet âlemine intikal etmiştir. Gasl ve tekfinini müteakib cenaze namazları Mescid-i Nebevî’de eda edildikten sonra, Fahr-i Kâinat -sallaliahü aleyhi ve sellem-’in bu has evlâdı Türbe-i Saadet önünden geçirilerek büyük bir sessizlik içinde güzîde, sâlih bir topluluğun elleri üzerinde, ileriden beri can ü gönülden arzu ettikleri, Cennet-i Bakîa’da Osman Zinnureyn ve Ebû Sâid el-Hudrî -radıyallahu anhüma- hazretlerinin kurbunda-ki mukaddes toprağa defnedildiler.
Ölüm haberi kısa zamanda dünyanın her yerinde duyulmuş ve gıyabî cenaze namazları kılınmıştır. O büyük Allah dostu uzun hayatı müddetince İslâmiyete kendini vak-fetmiş. yememiş, içmemiş maneviyata susamış olan gönülleri tenvîr etmiş, asırların yetiştirdiği istisnaî bir şahsiyet olduğunu Cenâb-ı Hakkın yardımıyle ispat etmiştir.
Vefatları münasebetiyle kederimiz derindir. Ne varki nizam-ı âlem böyle kurulmuş. Nuri Baş bey kardeşimizin yazmış olduğu şiirin son dört satırını aşağıya dercediyoruz:
Rahmet et Mevlâm ona. Cennette dür etme bizi,
Gamla doldum, sızlıyor hep, gönlü giryanım benim
Bir teselli buldu gönlüm, der Habib-i Kibriya
“Hep beraberdir sevenler” vardır imânım benim.
Ve müteselli oluyoruz elhamdülillah.
Son olarak da Ali Kemal Belviranlı Bey’in içli şiiriyle mevzuyu kapatıyoruz:
Dün yemyeşil baharken, solmuş neden bu bağlar?
Bilmem niçin siyahlar. giymiş dumanlı dağlar?
Sönmüş mü tüm emeller, matemler ufku sarmış?
Batmış mı hep güneşler, gökler neden kararmış?
Bülbüller ötmez olmuş, solmuş o gonca güller.
Hasretle yâd ederken, ağlar yanar gönüller.
Zira o ünlü sultan, gülzârı yakdı gitti
Dünyada doldurulmaz, bir y er bırakdı gitti…
Hak kabrini nur etsin, kılsın cinân makamın;
Kurbundadır o zaten, ol Seyyid-i Cihanın!…
Örnekdi hal u kaali, maksud olan kemâle
Hayrandı hep gönüller, hazretteki bu hale
Bir bestedir ki ahım, ahengi şi’re sığmaz…
Kabrinde diz çöküp ben, yıllarca ağlasamaz…
Tarihe devir açarken, Fâtih’lerin hayatı
Arş-ı cihanı sarsdı, üstadımın vefatı…
Muhterem Üstaz Hazretleri:
Her hangi bir sual karşısında veya açıklanması icab eden mevzuda yahud mes’elede: “Bunu yapınız veya bunu yapmayınız” gibi emir verir şekilde katiyyen konuşmazlardı. Yalnız bir iki âyet-i kerîme, ehâdis-i şerîfe veya mecelle kaidesinden bir maddeyi okumakla iktifa ederlerdi.
Meselâ Mecelle kaidesinden “Defi mefsedet, celb-i maslahatdan mukaddemdir” buyururlardı.
Yani “Haramdan kacmmak, nafile ibadetden daha evveldir” yahudda “Ferâizi eda etmek nafile ibadetden daha mühimdir” diye işaret etmiş olurlardı. Bu nükteyi her sual sahibi nasibine göre anlardı. Maalesef günümüzde bir çok kimseler helâl ve harama dikkatli olmadıkları halde (bilhassa kazançlarında) nafile ibadetlerle meşgul olmaktadır-lar. Hatta bu yüzden yorgun bir hale gelip farzları vaktinde eda edememektedirler. Bu ise gafletin tâ kendisidir. Allahü teâlâ ve tekaddes Hazretleri Kur’ân-ı Kerîmde buyurur:
“Azıkların en iyisi günahlardan çekinmektir.” (Bakara, 197)
Arif olan kimse evvela Cenâb-ı Hakkın Kur’ân-ı Kerîmdeki ahkâmını, emirlerini, nehiylerini yerine getirmeğe gayret gösterir. Saniyen de Rasûlü Müctebâ sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerinin, ahlâkı, adabı ve her hattı hareketiyle mütehallik olmağa himmet eder ve nafile ibâdetlere yönelir.
Rasûlü Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- hazretleri buyurur:
– Sizden hiç biriniz, ashabımdan hiç biri hakkında (kötü) bir şey ulaşdırmasm! Çünkü ben size çıkdığım zaman gönlümün has olmasını istiyorum. (Ebû Davud, Edeb, 4860; Tirmizî, Menakıb, 2893; Müsned c. 1 s. 396)
Muhterem Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh-, kendilerine daima iyi, fâideli, gönül açıcı, ruha inşirah verici, haberler ulaşdırılmasım arzu ederlerdi. Onun huzurunda hiç kimse, diğerinin aleyhinde konuşmağa, dil uzatmağa cesaret edemezdi. Böyle bir cüret eden olursa ya cevabsız bırakırlar, ya-hud da en iyiye yorarlar. te’vil ederlerdi.
Bir defasında çok zengin bir kişinin bir hayır işinde, tahmin edilenden pek az bir mikdar yardımda bulunduğu kendilerine söylenmişdi. Buna üzülen insan-ı kâmil, “Hayır, o bildiğiniz gibi değil, sehâvetlidir” diye cevap vererek itirazcıları susdurmuş, hatta “şöyle bir hayır işinde, şu mikdar muavenette bulunmuşdur” diyerek, gönülleri birleştirmişdir.
…Muhterem Üstaz’ın, en hoşlandıkları, zevklendikleri,
Kur’ân-ı Kerîm okumak, dinlemek ve ahkâmını tatbik ve tebliğ etmek, saniyen Rasûlü Müctebâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hadislerini okumak şerh etmek ve diğer peygamberan-ı izam ve ashab-ı kiram hazeratmın ve Allah dostlarının menâkıbları ve nasihatlarını okumak, yahud anlatmakdı.
Daima iyilerden, salâh ve kemal ehlinden, dine, millete, cemiyete faidesi dokunan, her türlü sitayişe lâyık kimselerden bahsedilir, yahud onların topluluklarında bulunulur, kalbde, gönülde inşirah hali zuhur eder ve onların güzel halleri ve ahlâkları yer eder, bir nevi rabıta kurulmuş olur. Bâtınımız yani iç âlemimiz bu suretle salihlerin, sâdıkların yoluna, sevgisine bağlanmış olur. Din düşmanları talihsiz mahlûklardır. Mümkün mertebe kalbimizde bunların kötü hallerine yer vermeyib, zaruret olursa onlardan gelebilecek zararları mecburen açıklayıp, hemen ariflerin hatıralarına dönmek gerekir.
Hep kötülüklerden bahsedilirse, onların nusûhet ve şeamet halleri kalbimizde yer eder, kararmasına, daralmasına vesile olur. İtikada bile zarar gelebilir.
Kaynak: Sâdık DÂNÂ, Erkam yayınları, Sultanü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu