Bilhassa tevazu ve alçak gönüllülükleri tarife sığmaz, lisan ile anlatılmazdı. Bilâ istisna herkesi kendilerinden üstün görürlerdi. Herkesi n horladığı, küçük ve hakir gördükleri diyanetperver acizlerin, miskinlerin ziyaretlerine gider, kendilerinden dua talebinde bulunurlardı.
Allah Teâlâ’nın kulu, mahlûku niyetiyle herkese diyanetleri nisbetinde itibâr eder. hürmet ve alâka gösterirlerdi.
Ehl-i beytlerine karşı çok şefkatli idiler. Fakat ma’neviyâtım üstün gördükleri kimselere onlardan fazla ikram ve itibâr ederlerdi. Ehl-i ilmi, hafızları, fakirleri, miskinleri, bilhassa edeb ehlini çok severlerdi.
Zengin-fakir, genç-ihtiyar, bilgili-bilgisiz, rütbeli-rütbesiz, bütün insanlara karşı son derece şefkatli, mahviyeti! ve alçakgönüllü idiler. Bilhassa hac yolculuklarında, Mescid-i Nebevî’de kısm-ı azamı ümmî olan agavât-ı kiram hazeratmm hattâ bevvâblarm ellerini öpmeğe sa’y ü gayret ederlerdi. Onlar da muhterem Üstaz hazretierindeki bu nezâket ve tevazuu görünce Üstaz’a karşı sevgi, saygı ve iştiyakları artar, kendisine karşı kimseye göstermedikleri büyük bir hürmet ve ta’zim gösterirlerdi. Bu sevginin neticesi haccın en izdihamlı anlarında bile Ashab-ı Suffa mahallinin ön safındaki yerlerini kendisine ve evlâdlarına tahsis ederlerdi.
Sabık Van Müftisi âlim bir zât ile bir Şâzelî şeyhi de Ashab-ı Suffa müdâvimlerindendi. Bu zatlar gayet sert celalli meşreb idiler. Her kimin bir âdab noksanlığını görseler, yerlerinde duramazlar. huşûnetle mukabele ederlerdi. Bir taraftan da muhterem Üstaz hazretlerinin o pek ince, zarif hâl ve edasını tarassut ettiklerinden pek kısa bir zamanda Muhammediyyü’l-meşrep olan yüksek seviyeli bu zatın hayranı oldukları görüldü. Eski sertliklerinin yerini hilmiyet, öfkelerinin yerini afvedicilik ve merhamet aldı.
Bakınız, hakîki Hak yolcusunun, Allah dostunu teşhis etmenin ve hürmet göstermenin karşılığı ne kadar verimli oluyor.
Oranın hadimlerinden elleri felçli, titrek, Abdülkadir Efendi isminde keşfi açık bir şahıs vardı, Muhterem Üstaz hazretleri onu sık sık yemeğe davet ederler ve yanlarına oturturlardı. Onun da istemeyerek titrek eliyle muhterem Üstaz’m üzerine yemek döktüğü olurdu. Mahmud Samî hazretleri bu hali hoş karşılarlar, üzülmezler, o şahıs gittikten sonra sabunlu bezle yağ lekeleri temizlenirdi.
Tevazu öyle nihayeti, hududu olmayan bir ummandır ki, bir insanın tevâzûdan nasibi ne kadar ise insanlık değeri de o kadardır. Hakiki keramet de budur.
Bir şair tevazu hakkında ne güzel demiş:
O rütbe-i mürtefîdir, kasr-ı bünyâd-ı tevazu kim,
Zemininden, riyaz-ı cennet’e nezzâre kabildir.
Bir Ramazan günü, ailesi (muhterem validemiz) ve bir ma’nevi oğlu ile Hicaz yolculuğu yapmışlardı. Dört ay kadar bu mübarek diyarda kalıp haccı edadan sonra İstanbul’a döneceklerdi. Medine-i Münevvere’de kiraladıkları evin, kendileri, muhterem validemizle, yaşları ilerlemiş oldukları için zemin katına, evlâdı da birinci katı meşgul olduğu için ikinci kata yerleşmişlerdi. İki gün sonra Ramazan ayı îlân edildi. O günden sonra herkes oruçlarına başlamış, Mescid-i Nebevî ve diğer camilerde de teravih namazı kılınmağa başlamıştı.
Rarnazan-ı şerif olması bakımından sahur vakti, muhterem Üstaz hazretleri, muhtereme validemiz ile müştereken hazırladıkları yemeklerle dolu büyükçe yemek tepsisini alıp, bu yaşça kendilerinden hayli küçük olan evlâdının bulunduğu dik basamaklı ikinci kata günlerce yemek taşımışlardı.
Evlâdı her ne kadar “Efendim, biz size hizmet için gelmiştik” dedi ise de bir türlü bu âlî hareketi önleyememişti. Bu âlicenablık, bu yüksek tevazu ve engin gönüllülük karşısında evlâdı da göz yaşlarını tutamamış ve günlerce kendisine gelememişti.
Her güzel hâl ve hareket kendilerinde toplanmıştı. Yüzlerindeki beşâşet, güler yüzlülük daimî idi. Ahlâkları letafetin zirvesinde idi. Lisanlarındaki halâvet, ölçülülük tarif edilemezdi. Edaları, her hâl ve hareketleri zarif idi. Şeriatın kabul etmediği hariç hiç bir şeye itiraz etmezlerdi. Herkesin özürlerini kabul ederler ve bütün mahlûkata karşı sonsuz şefkat beslerlerdi. Her hâl ve hareketlerinde garazsız ve ivazsız ihlâs gene ihlâs, istikamet gene istikamet görülürdü.
Kendileri o kadar mahviyyet sahibi olmalarına rağmen, Beytullah, Mescid-i Nebevî ve diğer uhrevî muhitlerde, makamlarda kendilerine karşı yapılan aşırı ta’zim ve merasimden üzülürler, bu gibi hareket ve tutumları yersiz, manasız görürler ve “Biz Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyuz” derlerdi.
Kendisinde şiddetli bir kabz hâli hisseden ve huzurlarına çıkıp, kendilerinden bunun izalesi için müracaat eden bir evlâdına hitaben de keza:
“Evlâdım, biz de Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyuz. Cenâb-ı Hakk’a istiğfar et. -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretlerinin ruhaniyetine sığın ve şu duaya devam et” buyurmuşlardır.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ طِبِّ الْقُلُوبِ وَدَوآئِهَا وَعَافِيَةِ الْاَبْدَانِ وَشَِآئِهَا وَنُورِ الْاَبْصَارِ وَضِيَائِهَا وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ
Cenâb-ı Hakk’ın nusreti, -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ruhaniyeti ve Muhterem Mürşid’in himmeti ile o evlâdının sıkıntılı, kabz hali kısa bir zamanda mündefi olmuş ve bast hali teessüs etmiştir.
Mefhar-i Mevcudat, Eşref-i mahlûkat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin tevazu hakkındaki hadis-i şerifleri:
– Cenâb-ı Hak “tevazu ediniz” diye bana emir buyurdu:
– Bir kimse Allah korkusuyla tevazu ederse, Cenâb-ı Hak da onu âlî eder (yükseltir).
– Mütevazi olmadıkça zahid olamazsınız.
– Fukara ile beraber bulunmak tevâzûdandır.
– Size cennetlik olanları haber vereyim mi? Her zayıf ve mütevazi kimsedir ki, eğer Allah’a yemin etse Allah ona ihsan eder. Size cehennemlik olan kimseleri haber vereyim mi? Cefâ eden, kaba, kibirli olan kimsedir.
– Ne mutlu meskenete düşmeden tevazu gösterenlere, masiyete düşmeden helâlinden kazanıp, muhtaçlara yardım edenlere ve ne mutlu fıkıh ve hikmet ehli ile yaraniık edenlere.
– Allah bir kulu hidayete erdirdiği, suretini güzelleştirdiği, Onun maksûdu olmayan dereceye yükselttiği ve bununla beraber ona tevazu verdiği zaman bu hâl Allah’tan bir temizliktir.
– Dört şey vardır ki Allah onları sevdiklerine verir:
- Yersiz ve kötü söz konuşmamasını bilmek
- Allah’a tevekkül
- Tevazu
- Kötülüklerden el çekmek.
– Kerem takvadır, şeref tevâzûdur, sağlam ve kafi i-nanç kalb zenginliğidir.
– Tevazu edin, fukara ile hemmeclis olun. Böylece Allah indinde kıymetiniz olur ve kibirden çıkarsınız.
– Tevazu, kulda yükselmeden başka bir şey artırmaz, Tevazu edin ki, Allah sizi yükseltsin.
Gene bir gün Peygamberimiz sahabesine dedi ki:
– Bana ne oluyor ki sizde ibadetin halavetini göremiyorum? Sahabe sordu:
– İbadetin halaveti nedir ey Allah’ın Rasûlü? Peygamberimiz buyurdular:
– T e v a z u…
Yine Hâce-i kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretleri:
– Allah Teâlâ bana tevazu üzere olmamı emreyledi. Hiç bir kimse diğerine karşı büyüklenmesin.
– İmanın kemalini isteyen, tevazu göstersin ve fakir iken de sadaka versin. Bu iki huy, insanı kâmil derecesine yükseltir, buyurmuşlardır.
Veysel Karanî -kuddise sirruh- buyuruyor:
– Yükseklik aradım tevâzûda buldum.
Ahmed bin Antakî -kuddise sirruh-:
– En muazzam tevazu, sendeki kibri defedip, hışmı öldüren tevâzûdur, buyuruyor.
Cüneyd Bağdadî -kuddise sirruh-:
– Tevazu, iki cihan halkına karşı büyüklük taslamaman ve Hakk teâlâ ile müstağni olmandır, buyurmuşlardır.
Ebû Bekir Verrak -kuddise sirruh-:
– Yakîn, kalbi mütevazi kılar ve kemâl bulur, buyurmuşlardır.
İbn-i Semmâk -kuddise sirruh-:
– En şerefli tevazu, kendini hiç kimseden üstün görmemendir, buyurmuştur.
Abdullah ibni Mübarek -kuddise sirruh-:
– Tevazu, dünyada kibirli olana karşı kibirli, mütevazi olana karşı aşağı gönüllü olmandır, buyurmuşlardır.
Süleyman Dârânî -kuddise sirruh- buyuruyor:
– Ameline bakıp asla kendini beğenmemen ve hiç şımarmamandır.
Gene:
– Kul kendi nefsini gördüğü müddetçe asla tevazu göstermiş olmaz.
Fudayl İbn-i İyâz -kuddise sirruh-:
– Tevazu, ister cahilden, ister çocuktan duyulsa da hakkı tereddütsüz kabul etmektir, buyurmuştur.
Ahmed er-Rifâî -kuddise sirruh- buyuruyor:
Akıllı olmanın alâmetleri şunlardır:
– Darlık zamanında sabır
– Genişlikte tevazu sahibi olmak
– Her işte itidali muhafaza etmek.
– Bazı cahiller sanırki bu tarikat dedi ve dendi gibi sözlerle, para, mal, dıştan yapılan amellerle elde edilir. Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ona ancak sadakat ve tevazu, kalb kırıklığı ile erilir. Yani doğruluk, tevazu, engin gönül, cihan süsünden geçmek ve varlığı Allah yoluna harcamakla erilir.
– Halkın ağırlığını yüklen, tevâzûun iyi olsun.
– Mürüvvet sahibi olmak şu dört temele dayanır:
– İyi huya sahib olmak
– Mütevazi olmak
– Cömert olmak
– Nefse muhalif davranmak.
-Tevazu sevgi doğurur, kanaat rahatlık getirir. Yusuf Esbat -kuddise sirruh-:
– “Tevâzûun son noktası, evden dışarı çıktığında karşılaştığın her şahsın senden daha üstün olduğunu bilmendir” ve
– “Az vera’a çok amele verilen sevabı verirler. Az tevâzûa çok mücahedeye verilen ecri verirler” buyurmuşlardır.
Yahya İbn-i Muaz -kuddise sirruh-:
– “En yüksek takva tevâzûdur” buyurmuştur.
Hamdun Kassar -kuddise sirruh-:
– “Tevazu ne dünyada ne de ahırette hiç kimseyi kendine muhtaç görmemendir” buyurmuşlardır.
Tevazu hakkında, Ahmed el-Farukî Serhendî -kuddise sirruh-:
“Toprak ol toprak ki, gül bitsin sende
Topraktan başka karışan yok güle “buyurmuşlardır.
İsa -aleyhisselam- buyuruyor:
– “Mahsul ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağlarda, sert topraklarda yetişmez. Bunun gibi hikmet de mütevazi olanların kalblerinde gelişir, kibirlilerin kalblerinde gelişmez. Bir kimse başını yükseğe kaldırırca tavana değer ve yaralamr. Fakat başını eğerse tavan ona gölgelik olur ve kendini korur “buyurmuşlardır.
Amr İbn-i Şeybe -kuddise sirruh- anlatır:
– “Mekke’de Safa ile Merve arasında bulunuyorduk. Bir adamın katır üzerinde geldiğini. etrafındaki hizmetçilerinin herkese karşı sert davrandıklarını, adamın da heybet ve ihtişam içinde olduğunu gördük. Aradan yıllar geçti. deve üzerinde Bağdat’a girdim. Orada başı açık, yalın ayak, uzun saçlı, pejmürde bir adam gördüm. Tanıyacak gibi oldum. Kendisine dikkatle bakıyordum. Adam bakışımın sebebini sordu. Ben de kendisine “seni birisine benzetiyorum” dedim ve benzettiğimi anlattım. O adam da:
“İşte o gördüğün benim. Tevâzû gösterilmesi gereken yerde kibirlendim. Şimdi bu hale düştüm” dedi.
Gene tevazu hakkında Mustafa Necati Bursalı efendi der ki:
Gökten gevherler yağsa, taş yine vermez çiçek
Toprak ol ki, toprakta nice güller bitecek…
Ve Muhammed Bahaüddin -kuddise sirruh- buyururlar ki:
– Bu kadar iflas ve bî-hasıllık ki bende var; lâyık değildir ki, kimse benim selâmımı ala. Lâkin Hak Teâlâ beni halk arasında rüsvay edip, halkı bana meşgul kıldı. Kimseler benden haberdar değildir.
Gene buyurdular:
– Bu tankta kusur sahibi olan kimseye gerektir ki, tazarru ve tezellül edip acz ve kusurlarını idrak ederek sülük ede. Halk der ki “bizim tankımızda riyazat yoktur” Bundan büyük riyazat mı olur ki? Hatırı cemî mâsivâdan kesip, nisbet-i huzur-u maallah’ı hıfz ede…
Ekseriya -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin ve ashâb-ı kiram hazeratının menâkıblarmdan, bilhassa fazla tafsilâtlı olması bakımından Selmân-ı Farisî -radıyallahu anh- efendimizin ibretli menâkıbını sık sık okurlardı.
Bu pek şerefli menâkıbda neler yoktu ki?
Ateşperest bir gencin İslâm’ı kabulünden itibaren Allah sevgisi, din uğrunda, en sevdiği anasının babasının evini terkederek 250 yahut 280 senelik uzun ömür içinde Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerine karşı ubûdiyyet vazifesini eksiksiz olarak ifâ ettiği belirtiliyordu. Bu pek kıymetli ömür içinde Rabbü’l-âlemînin rızâsı yolunda her türlü zahmetlere, sıkıntılara, hakaretlere rağmen içindeki nihayetsiz iman ve aşkında en ufak bir azalma olmamış, bilâkis imanı, şevki ve fedakârlığı ziyâdeleşmişti. Allah rızâsı için hayli sâlih kimselere, karşılıksız olarak hizmet etmişti. Sonunda mefhâr-i mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimize kavuşmak için elindeki avucundakini vermekten geri durmamıştı. Her türlü zorluklara uğramış buna rağmen onu azminden hiç bir şey geri alamamıştı. Nihayet Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd hazretleri O’nun dileğini tahakkuk ettirmiş ve Hazret-i Selmân, Eşref-i mahlûkat olan -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimizin huzurlarında bulunmak şerefine nail olmuşlardır.
Selmân-ı Farisî hazretleri, zühd, istikamet, salâh ehli idi. Fedakârlık, feragat, samimiyet, güzel ahlâk sahibi idi. Teslîm, tevekkül, iz’ân, basiret sahibi idi. Bu güzel sıfatlarından dolayı, Ashab-ı kiram hazeratı kendisini aralarında paylaşamaz olmuşlardı. İranlı olmasına rağmen muhâcirîn-i kiram, “Selmân bizdendir”; ensâr-ı kiram da yine “Selmân bizdendir” diyorlardı. -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz de memnuniyetlerinden dolayı, hem ashâb’ı te’lif, hem Selmân’ı taltif için “Selmân bizdendir, ehl-i beyttendir” buyurmuşlardı.
Hazret-i Selmân’ın zahiri de, bâtını da pırıl pırıldı. Seyyidü’l-beşer Efendimiz istisnaî olarak geceleri kendisiyle sık sık musâhabet ederlerdi.
Kendisinin çok muntazam bir hayatı vardı. Ma’nevî kardeşi Ebü’d-Derdâ -radıyallahu anh- efendimize:
– “Kardeşim!. Zühdde ifrata varma, ye, iç hayat arkadaşın ile seviş, her hakkı yerli yerinde kullan. Sende Cenâb-ı Hakk’ın hakkı, ailenin hakkı, nefsinin hakkı, cemiyetin hakkı vardır” diyerek gününü muayyen saatlere taksim etmesini ve muntazam, ölçülü bir düstûru tavsiye ederdi. Bu dört haktan da en mühimminin Halik Teâlâ ve tekaddes hazretlerine kulluk vazifesi olduğunu söylerdi…”
Muhterem Üstâz -kuddise sirruhu- da hâl ve dili ile:
– “Ey kardeşim!. Selmân-ı Farisî -radıyallahu anh- hazretlerinin bu uzun. verimli ömrü senin için numune olsun.
Sen de bu hayat içinde bulunuyorsun. Allah Teâlâ hazretlerinin seni mükerrem yarattığını idrâk et ve bu fânî dünyaya aldanma. Çünkü dünya herkese oyun etmiştir.
Hayatın her türlü, huzurlu genişlik halleri, sıkıntılı, darlık halleri seni Hak’tan ayırmasın.
Hayâtın çeşitli, sayıya gelmeyen zamanları, halleri olur. Zenginlik, refah, fakirlik, darlık, hastalıklar, ibtilâlar, türlü türlü musibetler, daha her şahısta ayrı ayrı tecellî eden haller bulunur. Buna rağmen sen, Allah’a olan kulluk vazifeni her şeyden daha ulvî ve değerli bil. Eğer buna ihlâs ve istikamet üzere sebat gösterirsen Mevlâ’n senden razı olur. Dolayısıyla hem dünyâ, hem âhıret seâdetine nail olursun.
İki günlük sayılan dünyâ hayatını oyuncaK mesabesinde olan şeylere harcama. Allah azze ve celle hazretlerine can ü gönülden teslîm ol. Kur’ân ahkâmına, sünnet-i seniyyeye hakkıyla ittibâ et… Haramdan kaç, ferâizi hakkıyla yerine getir. Evrâdlarının ulvîliğini idrâk et ve vaktinde, itinâ ile büyük bir mahviyet içinde yap. Daimî zikrullaha devam et. Sabırlı ol, şükür ehli ol. Teslîm tefvîz ehli ol. Vatanına milletine yararlı ol. Bilhassa sâlihlerle, sâdıklarla beraber ol…” demek istiyordu.
Bazı sohbetlerinde de; meşhur Hatib, İyâd kabilesinin reisi Kuss bin Saîde’nin Sûk-ı Ukâz’da söylemiş olduğu meşhur hutbesini irticalen okurlardı. Fesahat ve ma’na bakımından çok değer taşıyan bu sözleri sık sık okuyup ezberlemekle ömrümüzün fâniliğini ve ona göre değerlendirmemiz îcâb ettiğini anlamış oluruz.
Şöyle ki:
…” Ey nâs!.
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret al iniz. Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak olur… Yağmur yağar, otlar biter, çocuklar doğar, analarının babalarının yerini alır. Sonra hepsi mahvolup gider. Vukuatın ardı arkası kesilmez, birbirini takib eder.
Kulağınızı açınız, dikkat ediniz, gökde haber var, yerde ibret alacak şeyler var. Yeryüzü bir firâşivan, gökyüzü bir yüksek tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur, gelen kalmaz. giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnûd olup da mı kalıyorlar, yoksa orda bırakılıp da uykuya mı dalıyorlar?
Yemin ederim, Allah’ın indinde bir din vardır ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir. Allah’ın gelecek bir peygamberi vardır ki. gelmesi pek yakın oldu. Gölgesi başımızın üstüne geldi. Ne mutlu o kimseye ki, O’na iman edip de o dahi ona hidâyet eyleye. Vay o bedbahta ki O’na isyan ve muhalefet ede. Yazıklar olsun ömürlerini gafletle geçiren ümmetlere…
Ey İyâd kavmüHani âba ü ecdâdınız?Hani zînetli kâşaneler ve taştan haneler yapan Ad ve Semûd? Hani dünya varlığına mağrur olup ta milletine “ben sizin rabbınızım” diyen Fir’avn ve Nemrud?Onlar size nisbeten daha kuvvetli ve kudretli idiler. Bu yer onları değirmeninde öğüttü, toz etti. dağıttı, kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Şimdi evleri ıssız kaldı. Yerlerini yurtlarını köpekler şenlendiriyor.
Sakın onlar gibi gaflet etmeyin. Her şey fânidir. Bâkî olan ancak Allah’tır. Birdir. şerîki ve nazîri yoktur. İbâdet ancak O’nadır. Doğmamış, doğurmam ıstı r. Evvel gelip geçenlerde bize ibret olacak şey çoktur. Ölüm ırmağının girecek yerleri var ama, çıkacak yeri yoktur. Büyük, küçük göçüp gidiyor. Giden geri gelmiyor. Anladım ki herkese olan bana da olacaktır…”
Kuss bin Saîde, Hâtemü’n-nebiyyîn -sallallahu aleyhi ve sellem- ile görüşmek seâdetine nail olamamıştır.
Fahrü’l-mürselîn efendimiz, Kuss bin Saîde hakkında:
`
– “Ümid ederim ki, Cenâb-ı Hak, Kuss bin Saîde’yi ayrıca bir ümmet olarak ba’s eyleye…” buyururlardı.
Muhterem Üstâz hazretlerinin hiç bir sohbetleri yokdu ki az yemenin lüzumundan bahsedilmesin…
“Devaların başı az yemektir, perhîzdir” diyerek az yemeği mükerreren ısrarla tavsiye ederlerdi.
Hadîs-i şeriflerde:
– “Bir insan Allah için az yerse kalbi nur ile dolar.”
– Çok yiyip içmeyi itiyat hâline getiren kimsenin kalbi kasvetli olur (katılaşır, zikrullah yapamaz).” buyurulmuştur.
Yine Sertâcü’l-enbiyâ -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz buyurmuşlardır ki:
– “Kalblerinizi açlıkla nurlandırınız. Nefsinizle cihâd edip, onu terbiye edebilmek için açlığı ve susuzluğu bir silâh olarak kullanın. Cennet kapısına vuruşları açlıkla devam ettirin. Nefsi terbiye için onunla savaşanın mükâfatı, cephede düşmanla savaşanın mükâfatı gibidir. Allah yolunda açlık ve susuzluk yolu ile nefsi terbiye etmek için çalışmaktan daha güzel bir amel yoktur. Kim ki mîdesini devamlı olarak dopdolu tutar ise ma’neviyât âlemine giremez, ma’neviyyattan zevk alamaz ve ibâdetin tadını kaybeder.”
Yine Nûru’l-Hüdâ -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar:
– “Oburca yemek-içmek suretiyle kalblerinizi öldürmeyiniz. Kalb bir fidana benzer. Nasıl fidana aşırı su verilince sararıp, solar ve büyümez ise kalb de fazla su ile ölür, salim düşünce ve îmânî huylar kalmaz…”
Yine kâinatın efendisi buyuruyorlar:
– Sizin Allah Teâlâya en sevimli olanınız yemesi en az ve bedenen en hafif olamnızdır.
– İnsan yemesini azalttığı zaman içi nur dolar.
– Her hastalığın başı karnı fazla doldurmaktır. Urve bin Zübeyr -radıyallahu anh- de şöyle diyor:
– Ben Kur’an’ın ma’nasmı, farzlarını, helâl ve harama dâir hükümlerini arab şiirini ve neseb ilmini Aişe -radıyallahu anhâ-’dan daha iyi bilen birini görmedim. O’nun ağzından çıkan çok güzel ve beliğ sözler de vardır ki, bir iki tanesi şöyledir:
– Melik kapısını çalmağa devam ediniz. Birgün size açılır.
– Ne ile çalalım, dediler. Cevab verdi:
– “Açlık ve susuzluk ile…”
Hazret-i Ali -kerremellahu vecheh- buyuruyor ki:
Ebû Bekir -radıyallahu anh-’a her hususta bizlere takaddüm ettiğinin sebebini sordum. Hazret-i Ebû Bekir:
– Beş şey ile, buyurdular:
- İnsanları iki kısım gördüm. Bir kısmı dünyâyı ister, bir kısmı âhıreti ister. Ben ise Mevlâyı istedim.
- Ben İslâm olduğumdan beri doyasıya dünyâ taamıyemedim.
- Ben İslâm olduğumdan beri doyasıya su içmedim.
- Ben İslâm olduğumdan beri beni iki amel karşıladı. Dünyâ ameli ve âhıret ameli. Ben âhıret amelini tercîh ettim.
- Daimî olarak Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sel-lem-’in sohbetine mülâzemet ettim. Bir an bile yanlarındanayrılmadım.
İmâm Şa’ranî hazretlerinin nasîhatları şöyledir:
– ”Ey oğlum! Bilmelisin ki, bu yolun sıhhatle devam etmesi esası, insanı önde tutanı, kuvvet verip tahkîm edeni açlıktır, yani haddinden fazla yememek.
Şayet arzun, saadeti bulmak, saîdler defterine yazılmaksa sana açlık gerek, yani çok yememek. Yemeklerin ancak bir zaruretini gidermek için olsun. Yani açlığını giderecek kadar yemelisin. Şunu iyi bil ki, lüzumu kadar yeyip, ötesini bırakıp kalkmak bedendeki şeytana ait yerleri temizler…”
Süleyman Dârânî -kuddise sirruhu- da açlık hakkında şöyle buyurur.
– Her şeyin bir pası vardır. Kalbin pası karın tokluğudur.
– Açlık, ulu ve yüce Allah nezdinde saklı bir hazînedir. Bunu sevdiğinden başkasına vermez.
– Açlık âhıretin anahtarı, tokluk (kesret-i taam) dünyânın anahtarıdır.
– Geceleri helâl yemekten bir lokma az yemeyi, sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim. Çünkü güneş battığı vakit gece gelir. Ama mü’min için kalbin gecesi mide dolduğu vakit gelir.
– İbâdetten en çok zevk aldığım zaman açlıktan karnımın sırtıma yapıştığı vakittir.
Cüneyd Bağdadî -kuddise sirruh-buyurur ki:
– Biz tasavvufu, dedikodu ile elde etmedik. Cenk ve harble kazanmadık. Lâkin aç ve uykusuz kalarak, dünyadan el-etek çekerek, sevilen ve göze hoş görünen şeylerden koparak bulduk.
Bayazid Bestâmî -kuddise sirruh- der ki:
– Açlık öyle bir buluttur ki, hikmet yağmurundan başka bir şey yağdırmaz. Karnı aç olanın kalbi saf ve rakîk, tok olanın kalbi azgın olur.
Zünnûn Mısrî -kuddise sirruh- der ki:
– Ben hiç bir zaman midemi doyurmadım. Çünkü her doyduğumda ya ma’siyet işledim, ya da ma’sıyet işlerine meylettim.
Ahmed er-Rifâî -kuddise sirruh- der ki:
– Kalbin ve basiretin safa halini bulması, bu göz nuru nün gerçekleri görmekteki keskinliği az yeyip, az içmekle elde edilir. Çünkü açlık kibri. büyüklenmeyi, çevredekilere eziyet etmeyi önler ve nefes açlıkla tadlanır. O kadar ki devamlı Hak’la meşgul olmağa başlar. Denemelerimde gördüm ki açlık kadar nefsi kıran hiç bir şey yoktur.
Yahya bin Muaz’ m sözlerinden:
– Açlık nurdur, tokluk ateş… İştah ve arzu odun…
– Tıka basa karnını doyuran hiç kimse yoktur ki, Hak teâlâ, bir daha asla bulamayacağı şeyi ondan almasın.
– Açlık, sıddıklarm bedenlerinin gıda aldıkları, Allah Teâlânın yeryüzündeki yemeğidir.
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh- hazretleri de, orucun ve az yemenin on güzel hassasını şöylece okurlardı:
- Açlıkta kalb safâsı olur, hafıza kuvvetli olur. Toklukta ahmaklık, unutkanlık olur.
- Açlıkta kalb rikkatli olur, dua ve ibâdetten zevk alır. Toklukta ise kalb katılaşır ibâdetten zevk alamaz.
- Açlıkta kalbde züll ü inkisar ve tevazu hâsıl olur, toklukta tuğyan, tefâhur, kibir olur.
- Açlıkta fakir ve açlar düşünülür, toklukta unutulur, yalnız kendi nefsinin zevkini düşünür.
- Açlıkta nefsânî, şehvanî istekler kırılır, tokluktanefs-i emmâre kuvvet bulur. azgmlık olur.
- Açlıkta vücudda uyanıklık ve zindelik olur, toklukta uyku ve gaflet olur.
- Açlıkta ibâdet ve taâta devam kolay olur. toklukta tenbellik ve gevşeklik olur.
- Açlıkta beden sıhhatli olur, maraz defolur, toklukta vücud yıpranır hastalık olur.
- Açlıkta bedende hafiflik. ferahlık olur, toklukta ağırlık atâlet olur.
- Açlıkta sadaka vermeğe işar ve infâka şevk gelir, kıyamet gününde sadakasının gölgesinde gölgelenir.
Tabiblere:
– Devanın en şifalısı nedir? diye sormuşlar:
– Az yemektir, demişler.
Hikmet ehline:
-İbâdete en ziyâde şevk veren nedir? diye sormuşlar.
– Az yemektir, demişler.
Alimlere:
– İlim hıfzında efdal şey nedir? diye sormuşlar:
– Az yemektir, demişler. Amirlere:
– En lezzetli gıdalı taam nedir? diye sormuşlar:
– Az yemektir, demişler.
Muhterem Üstâz hazretleri yemek hususlarında da çok dikkatli idiler.
Yemek evvelinde ve sonunda muhakkak ellerini yıkarlardı. Sofraya gayet ta’zimli olarak iki dizleri üzerine otururlardı. Kat’iyyen arkalarına dayanmazlardı. Önlerine ne konursa onu huzurla yerler, besmele ile başlayıp hamdele ile bitirirlerdi (yani elhamdülillah diyerek).
Yemeğe tuzla başlarlar, lokmaları gayet küçük alırlar, çok çiğnerler, yemeği ağır ağır sükûnetle yerlerdi. Daima önlerinden alırlardı. Yemek çok sıcak ise soğuması için üzerine üflemezler, serinlemesi için beklerlerdi.
Bilhassa yemeğin, sessizlik, uyanıklık. huzûr içinde yenilmesine çok itinâ ederlerdi. Agâhlıkla yenilmeyen gıdanın gaflete vesîle olacağını ihsas ederlerdi. Yemek seçmezler, az olmak şartıyla hepsinden birer ikişer lokma alırlardı. Uyanıklıkla yenen her lokmanın da ma’neviyâtın tekâmülüne yardımcı olduğunu beyan buyururlardı.
Önlerine ne konulursa, kuru ekmek dahi olsa büyük
bir ta’zimle şükürle yerlerdi. Bir defa olsun az pişmiş, tuzlu veya tuzsuz, tatlı veya tatsız, lezzetli veya lezzetsiz olmuş gibi sözler sarfettikleri vâkî’ değildir.
Yerde yemeği tercih ederler, masada hazırlanmış ise onu da kabullenirlerdi. Yemek taksimli bir şekilde ayrı ayrı tabaklara konuluyorsa, sofrada bulunan eşhasın yemekleri tam olarak önlerine konulmadan yemezler, onları beklerler-di. Tamamlanmca hep beraber yemeğe başlarlardı.
Her şeyin vaktinde yapılmasını istedikleri gibi, nizâm bakımından yemeğin de saatinde hazır olmasını arzu ederlerdi. Önlerine kat’iyyen yemek dökmezler peçeteyi de yemeği müteakip aynı şekline sokardı.
Yemeği yine tuzla bitirirler ve şu duayı tane tane okurlardı:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى اَطْعَمَنَا وَسَقَانَا وَجَعَلَنَا مِنَ الْمُسْلِمِينَ. اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَاحْفَظْ صَاحِبَ الطَّعَامِ وَاْلٰاكِلِينَ وَلِمَنْ سَعَى فِيهِ وَلِجَمِيعِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ. اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِاَنْوَارِ مَحَبَّتِكَ وَذِكْرِكَ يَا ذَا الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ. اَللّٰهُمَّ اَحْيِنَا حَيَاةً طَيِّبَةً بِالصِّحَّةِ وَالسَّلَامَةِ وَالْعَافِيَةِ فِي الدِّينِ وَالدُّنْيَا وَاْلٰاخِرَةِ اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. اَللّٰهُمَّ اِنَّا نَسْأَلُكَ تَمَامَ النِّعْمَةِ وَدَوَامَ الْعَافِيَةِ وَحُسْنَ الْخَاتِمَةِ. اَللّٰهُمَّ زِدْ وَلَا تَنْقُصْ بِحُرْمَةِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَبِحُرْمَةِ الْفَاتِحَةِ
Kaynak: Sâdık DÂNÂ, Erkam yayınları, Sultanü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu